24 Aralık 2010 Cuma

Kahveden Yine Neden Ayağımı Kestim?

Bizim kahveden nicedir ayağımı kesmiştim. Bazı art niyetli kişiler bunu kahvecinin veresiyeyi kesmesine bağladılar, fakat defaatle ifade ettiğim üzere kahveye gitmememin sebebi ruhi dünyamda yaşadığım med cezirdir.
Eskiden sigara içildiğini bahane ederek kahveciye veryansın ediyordum. Şimdi bunu da bahane edemiyorum. Ajans haberlerine de eski hürmet kalmadı. Artık dakika başı haber var ekranlarda. Eskiden neydi öyle, akşam sekiz dedi mi, kahvede sinek uçurmuyor, hususi olarak asabiyet yapıyor, maraza çıkarmaya sebep arıyordum. Hükümete laf söyletmediğim için Berber Hüseyin, emekli memur Raşit, Nedim Çavuş gibi her devrin muhaliflerine ajans başladığında saç baş yolduruyordum.
Ah efendim o günlerde itibarımız vardı. Kahvecinin çırağı köpüklü kahvemi tam zamanında masama koyar, güzellik müsabakalarına meraklı olduğumu bildiğinden bu türden havadislerin olduğu gazeteleri muhakkak masama getirirdi.
Şimdiki çırağın evvela tipi bozuk. Aman Allah’ım o saçlar ne öyle! Bir tutamı kalk gidelim diyor, diğeri b.k yeme, otur oturduğun yerde diyor. Sanki hususi olarak saçlarımı nasıl daha dağınık bırakırım diye çabalamış gibi. O suratı görünce insanda iştah da kalmıyor haliyle.
Yıldızlarımız bir türlü barışmadı. Bir seferinde, “evlat bana bol köpüklü bir orta kahve yap” diyecek oldum. “Ne kahvesi yaa” demez mi, cinlerim tepeme çıktı. “Eşek sıpası burası kahve değil mi?” dedim. Neyse yaşıma hürmeten gitti karşı bakkaldan kahve aldı geldi ama bu sefer de kahve yapmayı beceremedi. Hey gidi günler hey… Kulaklarından kaldırdığım gibi İstanbul’u gösterecektim ona, ama eş dost araya girdi de hadise tatlıya bağlandı. Meğer benim çırak dediğim çocuk bizim kahvecinin küçük çocuğuymuş. Tevekkeli değil keratanın çalımından yanına yaklaşılmıyor.
Birkaç gündür bakıyorum bizim çırak kafasını gazeteden kaldırmıyor. İçimden aferin dedim, bu çocuk okuyacak. Mektepte neler yapması lazım geldiği hususunda bir malumat vereyim diye yanına gittim ama bizimki hiç oralı olmuyor. Büyük bir cebir problemi ile boğuşurcasına mütemadiyen elindeki bir kağıda bir takım rakamlar karalıyor. En sonunda beni gördü de, “Gençler maçı ne olur amca” dedi.
Boş bulundum, “ne olur?” diye sordum. “Bence bu maçın hakkı beraberlik” dedi. “Fener geçen hafta şansa kazandı, Gençler de uzun süredir puan alamıyor. Maç Ankara’da. Oran da fena değil. Ben beraberlik yazıyorum.”  Ben ona tahsil hayatına ilişkin malumat verecekken o bana futbol müsabakalarına dair faraziyelerde bulunmaya başlayınca cinlerim tepeme çıktı. Bir iki küfür savurduktan sonra bir hışımla kahveden nasıl çıktığımı bilemedim.
Geçen gidip çocuğun gönlünü alayım dedim. Yine aynı sayfanın üzerine eğilmiş bir takım hesaplar yaparken buldum onu. Meraklı olduğumu görünce ne yaptığını anlattı. Meğer bizim toto diye bildiğimiz oyunun çok daha basitiymiş bu oynadığı. “13+1’e ne veriyor?” dedim. Ablak ablak suratıma baktıktan sonra, “üç maç bil, al parayı amca. Gerisine kafam basmaz” dedi.
“Üç maç mı? Bunu herkes bilir o zaman. İşin içinde bir iş olmasın?” diye sordum.
“Yok valla amca” dedi. “Bazen tek maç bile oynayabiliyorsun. Bilirsen ne kadar oran verdilerse, yatırdığın parayı bu oranla çarpıyorsun işte.”
Yemyeşil gazete sayfasını ben de iyice tetkik ettim. Ne yalan söyleyeyim, güzellik yarışması müsabakasında derece alan güzellere böyle dikkatli bakmıyorum. Gönlüme yatan üç tane maç seçtim. “Bunlar iyi mi?” dedim. Bizim çırak, “vay amca sen bu top işinden anlıyor musun yoksa” diye sordu. Gelmiş geçmiş dünya kupaları hakkında kısa bir konferans vermem onu etkilemiş olacak ki, “tamam öyleyse” dedi. “Bu kupona ortak olalım.” Köftehor peşin parayı görünce dayanamadı tabii. Hesap etti. “Çok sürpriz görünüyor ama oran çok iyi” dedi.
Normalde şuncağız çocukla ortaklık kuracak adam değilim. Ama heves ettim bir kere… Tabii bu aralar meteliğe kurşun atmamın da etkisi olabilir.
“Kaç para veriyorsun ortak?” diye sordu. Baktım, samimiyetimizdeki irtifa kaybı enseye tokat noktasına vardı varacak. “Evladım, laubalilikten hazzetmeyen bir tabiatım var. Al şu 10 lirayı, bana ne zaman ne kadar para kazanacağımızı söyle,” dedim.
Ben bu şekilde çıkışınca bizimki geriye çekildi. “Madem bu kadar kendine güveniyorsun o halde 100’er lira koyalım da bir defada parayı vuralım amca” dedi. “Hesap ortada iki saat sonra 5 bin lirayı cepte bil” diye de ekledi.
Bende bu kadar para asla bir arada olmaz ama o gün bir ahbaptan rica minnet 100 lira borç almıştım. Hemen parayı verdim, iki saat sonra uğramak üzere kahveden çıktığımda bedbaht geçen nafile yıllarıma yanmadım desem yalan olur. Böyle bir imkan olsa şu anda kim bilir nerede olurdum? diye düşünerek yollara vurdum kendimi. Akılsız başın cezasını ayaklar çekermiş, deyiminin defalarca sağlamasını yapan ben değilmişim gibi epey bir yürümüş olacağım ki kendimi bir anda Marina’da buldum. Hayal pencereme akseden görüntülerin tesiriyle kendimden geçmişim. Öldüm de cennete gittim sandım. Etrafımı dünya güzelleri sarmış. Biri yelpazesini sallıyor, diğeri meyve yediriyor. Bir kaçı karşımda raks ediyor.
İki saat sonra ışınlanmış gibi tam vaktinde kahvenin önünde bittim. Bizim çırak yanağında taze bir beş parmak izi, al al, moru mor bir kenara büzülmüş oturuyor. Kahveci beni görür görmez ayağa kalktı. “Yahu Peyami efendi, birkaç gün kahveden ayağını kestin. İşlerimize bereket geldi. Yine niye geldin Allah aşkına. Seni kapıdan kovuyoruz bacadan giriyorsun. Veresiyeyi kesiyoruz anlamıyorsun. Hürmet etmiyoruz anlamıyorsun. Yani rahmetli babanın biraz hatırı var diye yine gelmene izin verdim. Ama sen ne yaptın?”
“Ne yaptım?” diye merakla sordum.
“Daha ne yapacaksın? Bizim çocuğu kumara alıştırdığın yetmezmiş gibi, kasadan para aldırıp kendine ortak etmişsin. Utanmıyor musun?”
Fırsat bu fırsattır diyerek Berber Hüseyin, emekli memur Raşit, Nedim Çavuş hep bir ağızdan, “Yazık yazık” diyerek birkaç defa iç çektiler.
İnsanoğlu çiğ süt emmiş diye boşuna dememişler a dostlar.  “Bir daha bu kahveye ayak basarsam ne olayım” diyerek vurdum kendimi yine sokaklara… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder