3 Aralık 2010 Cuma

Teknoloji ile Aramdaki Aşılmaz Uçurum

Teknolojiyle aram öteden beri iyi değildir. Yeni çıkan bir aleti kullanmayı öğrenmem seneler alabiliyor. Sözgelimi televizyon bütün kumandalarının aynı tuşuna basıldığında aynı kanalın çıkmadığını anlamam seneler aldı. Laf aramızda ampul takmayı bile geçen sene öğrendim.
            Efendim bunun bir sebebi de çocukluğumda rahmetli pederim ile aramda vuku bulan tatsız bir hadise olsa gerek. Rahmetli pederim her akşam lambalı radyomuzun karşısına geçip ajans haberlerini dinlemeyi adet edinmişti.
            Bir gün evde kimse yokken acaba bu radyonun içinde kim var? Bu sesler nereden geliyor? diye merak ederek radyonun içini açmaya karar verdim. Bendeki bu ilim aşkı demek taa o yıllardan geliyormuş.
            Kapağını kaldırıp orasını burasını söktükten sonra umduğunu bulamayan  bir kaşifin ümitsizliği ile parçaları sağa sola dağıtmaya başladım. Bu sırada enteresan bir parça nazar-ı dikkatimi cezbetti.
            Yuvarlak içi oyulmuş, ağır, siyah bir taş diğerlerinden oldukça farklıydı. Radyonun metal parçaları bu siyah taşa yapışıyorlardı. Bu esrarengiz hadisenin sebebi hikmetini sorgulamak için siyah taşı diğer parçalardan ayırarak evin içindeki metal eşyalara mütemadiyen yapıştırmaya başladım.
            Dede yadigârı tokmaklı saatin üzerine koyduğumda saat o anı ölümsüzleştirmek istermişçesine  bir anda tik-taklarını keserek duruverdi. Adeta bu sihirli taş ile zamanı durdurmuştum.
            Radyonun başına geçip sağsa sola fırlattığım parçaları tekrardan kasanın içine tıktım. Bütün Türk evlatları gibi bir kaç parça arttırmaya muvaffak oldum. Bu lüzumsuz parçaları da öteye beriye fırlattım. Artık radyonun düğmesi açıldığında kimse konuşmuyordu. Işığı yanmaya devam ediyor, düğmesi kapatılsa bile sönmüyordu.
            Radyonun başına geçerek kendi kendime şu sualleri sormaya başladım. Bunun içindeki insanlar nereye gitti? Yoksa görünmez küçük yaratıklar mı bunlar? Öyleyse niye sustular? Sonra tik-takları kesilen tokmaklı duvar saatine döndüm. Acaba zaman niye durdu? diye derin düşünmeye başladım.
            Böylesine derin düşüncelere dalmışken kulağımın çekilmesiyle kendime geldim. Peder bey camiden gelmiş, hayretler içerisinde artık çalışmayan duvar saatine ve parçaları etrafa yayılmış, sesi çoktan kesilmiş ama ışığı yanmaya devam eden lambalı radyoya bakıyordu.
            Hemen sağa şöyle bir izahat verme gereği duydum. “Üzülmeyiniz babacığım radyonun ışığı hâlâ yanıyor. Saate gelince bozuk saat bile günde iki defa doğruyu gösterir.”
            Bu izahatın üzerine kulağımdaki burkulma biraz daha arttı. “Bozuk saat günde iki defa doğruyu gösterebilir ama sen hiçbir zaman göstermeyeceksin anlaşılan” dedi kederli bir ses tonuyla.
            Babamın bu acı sözlerinde önceki gün komşunun kiraz ağaçlarına dalıp midemi bozmamın ve geçen hafta sapan ile aynı komşunun camını indirmemin mühim bir tesiri vardı şüphesiz.  
            Daha sonra annem eskiciden on tane mandal bir küçük leğen almak suretiyle lambalı radyomuzu ve tokmaklı duvar saatimizi elden çıkardı.
            İşte bu talihsiz hadise neticesinde belki çok mühim icatlar yapan bir ilim adamı olacakken makinelerle arama bir daha hiç aşılmayacak bir uçurum girdi. Hele bilgisayar denilen alete ısınmam hiç mümkün olmadı. E-postalara bile bir ilkokul talebesinin gönlünü yapmak suretiyle internet kafede bakabiliyorum.
            Gazete yazılarını kendi el yazım ile kaleme alıyorum. Bu hususta gazeteden, yazınız okunmuyor, imlâsız yazı mı olur? gibi serzenişler alsam da kırk yıllık huyumdan vazgeçemiyorum.
            Efendim teknoloji ile aramda büyük bir uçurum var. Bırakın dizüstü bilgisayarları patronunun dizinin üstünde onun her istediğini yazan kalemler ortaya çıkmışken ben hâlâ el yazısı ile öteden beriden bahsediyorum. Bu hep böyle sürüp gidecek herhalde.
            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder