13 Aralık 2010 Pazartesi

Kara Kış Kapıyı Çalmadan


Kış kapıyı çalmaya başlayınca huysuzlanmaya başlıyorum. Yazın gözünü seveyim! Ne güzel ekmek elden, su gölden yaşıyordum. Rahmetli pederden yadigâr kalan evin kirası paşa gönlümü hoş etmeye haydi haydi yetiyordu. Sabah on bire doğru erkenden kalkıyor, saat üçe kadar kahvaltı ve güne hazırlanma seremonim sürüyor, akşama doğru kahvede alıyordum soluğu… Simit, poğaça, çay; al kızı ver papazı derken tam akşam haberlerinin başladığı sırada televizyonunun karşısındaki mütevazı sandalyeme gömülüyordum.
Yaz günleri akşam haberleri de bir başka güzel oluyor. O sahilden görüntüler, bu kıyıdan manzaralar, bollaşan zerzevat, stadyumu hınca hınç dolduran konser, podyumlarda sonbahar esintisi, balıkçılar ağlarını yamıyor, belediyeler festival yarışında derken mutlaka oyalanacak bir şeyler buluyordum.
Yaz gecelerinin gözünü seveyim! Rahmetli pederin yüzü suyu hürmetine defalarca tövbe ettikleri halde yine de hatırımı kıramayan mahalle esnafı imdadıma yetişir. İki bira alır, Saat Kulesi’ne doğru yollanırım. Orada,  kıyıda, köşede mutlaka bir ahbaba rastlar, bir iki hoşbeş ettikten sonra ya meyhanede ya da sahilde alırım soluğu…
Meyhaneden kovulsam da dert etmem. Çarşaf gibi denizin üzerine serilen yıldızları seyre koyulurum. Üçüncü biranın ardından karşı kıyıda sıralanan ışıklarla yıldızlar birbirine karışmaya başlar. Pelteleşmeye başlayan dilimle lafın sonunu bir türlü getiremem. Sözü uzattıkça uzatır, açtığım parantezleri bir türlü kapatamam.
Artık yaşlandığımdan olsa gerek, sohbetin ortasında birdenbire oraya ışınlanmış gibi afalladığım, bir an için söylediğim her şeyi unutup ne dediğimi hatırlamaya çalıştığım çok olmuştur. Neyse ki, böyle vaziyetlerde cümlemin nerede tamamlanacağını az çok kestirebiliyorum artık.
“Onu diyordum, insanlık ölmüş kardeşim. Ölmüş, ölmüş, ölmüş.”
“Ben böyle adamlara pabuç bırakmam ama gençliğine verdim. Biz de geçtik o yollardan.”
“Ah işte böyle eski günler geri gelmiyor! Şimdi her şey çok bozuldu.”
Rasgele söylediğim bu cümleler tam yerine denk düşerse ne âlâ… Yok eğer karşımdaki manasız manasız suratıma bakıyorsa, (aslında çoğu zaman böyle bakarlar) “hadi artık gidelim, geç oldu” deme kibarlığını gösteririm. Tabiatım değildir, içkiliyken birisini esir almaktan hiç hazzetmem.
Yaz geceleri eve yürümek gibisi yok… İçkinin verdiği sebepsiz neşeyi gölgem gibi arkamda taşır; yanımda seğirten biri varsa bilhassa belediyemizin hayırlı hizmetlerinden dem vurmaya hususi bir imtina gösteririm.
Yaz geceleri başımı yastığa başımı koyduğum gibi uyurum… Ne sıcak, ne nem, ne sivrisinek, ne davul zurna ne de saz… Alkole iyice alıştırdığım birkaç sivrisinekle yaz boyunca ahbap olur geceleri onlara takılmadan edemem, biz iki kutu bira içmek için kırk takla atıyoruz, siz her gece damardan alıyorsunuz… Oh ne âlâ!
Kış geldi çattı.Odun, kömür derken bir sürü para lazım… Hadi bunları hayırsever belediyemizden tedarik ettim diyelim; içki ne olacak? Yazın bira içilmez. Şarap ve votka biradan daha pahalı, üstelik meyhaneler veresiyeyi kesti. Kafesteki güvercin gibi yine kahveye tünemekten başka hal çaresi yok… İşte böyle kara kış daha kapıyı çalmadan kara düşünceler duman duman sarıyor başımı… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder