20 Ocak 2011 Perşembe

En Delikanlı Birahaneci



            Ne yalan söyleyeyim, şu birahaneye giderken ayaklarım geri geri gidiyor… Ama el mahkum, seçeneksizlikten olsa gerek, kendime söz dinletemiyorum; yine orada alıyorum soluğu… Meyhanecinin bitirim bir oğlu var. Oğlu dediysem, yaşını başını almış, askerden gelmiş, kocaman bir adam bu. Belki de evlidir. Kim bilir? Beni her gördüğünde, sanki anasına sövmüşüm gibi yüzünü ekşitiyor. Kapıdan içeriye girer girmez, hangi masaya yönlenirsem hemen önümü kesiyor ve oranın dolu olduğunu söylüyor. Beni başka bir yere oturtuyor. Hitap da aynen şöyle:
-          Sen şuraya geç!
Yol yordam görmüş çiftçilerin ineklerini ahıra daha bir kibar soktuklarından eminim…
Sonrasında da şu soru geliyor:
-          Ne içiyon, bira mı?
Birayı önüme bir koyuşu var… Dersiniz ki, haciz memurunun önüne mal koyuyor… Ama sorarsanız, esnaflık onun genlerinde var. O tabii bunu böyle ifade etmez. Ne der mesela? “Abiciğim biz babadan gördük bu işi, tamam mı?”
Yanında da her zaman bir mihmandarı hazır bulunuyor. Bizimki yaptığı efelikleri anlatıp kasım kasım kasılırken, o da “iyi yapmışsın”, “az bile yapmışsın” diyerek ona gaz veriyor. Sürekli bir asabiyet hali var. Masaları kiralık katil gibi süzüyor. Hani birisi maraza çıkarsa da, erkeklik raconundan nağmeler okusam diye bakıyor…
Bir değil, iki değil, üç değil… Bu kötü muamele işi epey canımı sıktı. Harcım yok, borcum yok. Kimseye karışmam. Sesimi yükselttiğim, ona buna askıntı olduğum bir kere bile görülmüş değildir. Nereyi gösterirse, oraya oturuyor, iki tane, bilemedin üç tane bira içiyorum. Ayıptır söylemesi, üçüncü birayı, bizim bıçkın delikanlı masayı boş yere işgal ediyorum diye düşünmesin diye zoraki olarak içiyorum. Fakat sonuç nafile, yine aynı ekşimiş suratla süzüyor beni…
Acaba yalnız başıma bira içmeme mi taktı diyerek, bir arkadaşı yanıma aldım gittim. Yine, yöneldiğim masanın dolu olduğunu söyledi. Tuvalete yakın bir yer gösterdi bu sefer...
-          Siz şuraya geçin! dedi.
Ne fark etti? Hiçbir şey… İki kişi olduğumuz için “sen”, “siz” oldu ama muamele aynı…
-          Ne içiyonuz, bira mı? diye geleneksel sorusunu sordu…
Bu sefer geleneksel cevabımı vermedim.
-          Bir 35’lik rakı alalım, dedim.
Birkaç tane meze ismi saydım. Hafiften afalladı ama çaktırmıyor. En sevmediğim işi yapmasına, 100’lük şişeden 35’liğe rakıyı pay etmesine rağmen sesimi çıkarmadım. Rakı servisi de aynı kabalık içerisinde icra edilince, anladım ki bizimkinin derdi yalnız gelmem ya da bira içmem değilmiş. Neymiş peki?
İşte orasını ben de bilmiyorum… Öğrenmek için can atıyorum. Ve sırf öğrenip içimi rahatlatmak için bu çileyi çekmeye devam ediyorum…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder