24 Aralık 2010 Cuma

Kahveden Yine Neden Ayağımı Kestim?

Bizim kahveden nicedir ayağımı kesmiştim. Bazı art niyetli kişiler bunu kahvecinin veresiyeyi kesmesine bağladılar, fakat defaatle ifade ettiğim üzere kahveye gitmememin sebebi ruhi dünyamda yaşadığım med cezirdir.
Eskiden sigara içildiğini bahane ederek kahveciye veryansın ediyordum. Şimdi bunu da bahane edemiyorum. Ajans haberlerine de eski hürmet kalmadı. Artık dakika başı haber var ekranlarda. Eskiden neydi öyle, akşam sekiz dedi mi, kahvede sinek uçurmuyor, hususi olarak asabiyet yapıyor, maraza çıkarmaya sebep arıyordum. Hükümete laf söyletmediğim için Berber Hüseyin, emekli memur Raşit, Nedim Çavuş gibi her devrin muhaliflerine ajans başladığında saç baş yolduruyordum.
Ah efendim o günlerde itibarımız vardı. Kahvecinin çırağı köpüklü kahvemi tam zamanında masama koyar, güzellik müsabakalarına meraklı olduğumu bildiğinden bu türden havadislerin olduğu gazeteleri muhakkak masama getirirdi.
Şimdiki çırağın evvela tipi bozuk. Aman Allah’ım o saçlar ne öyle! Bir tutamı kalk gidelim diyor, diğeri b.k yeme, otur oturduğun yerde diyor. Sanki hususi olarak saçlarımı nasıl daha dağınık bırakırım diye çabalamış gibi. O suratı görünce insanda iştah da kalmıyor haliyle.
Yıldızlarımız bir türlü barışmadı. Bir seferinde, “evlat bana bol köpüklü bir orta kahve yap” diyecek oldum. “Ne kahvesi yaa” demez mi, cinlerim tepeme çıktı. “Eşek sıpası burası kahve değil mi?” dedim. Neyse yaşıma hürmeten gitti karşı bakkaldan kahve aldı geldi ama bu sefer de kahve yapmayı beceremedi. Hey gidi günler hey… Kulaklarından kaldırdığım gibi İstanbul’u gösterecektim ona, ama eş dost araya girdi de hadise tatlıya bağlandı. Meğer benim çırak dediğim çocuk bizim kahvecinin küçük çocuğuymuş. Tevekkeli değil keratanın çalımından yanına yaklaşılmıyor.
Birkaç gündür bakıyorum bizim çırak kafasını gazeteden kaldırmıyor. İçimden aferin dedim, bu çocuk okuyacak. Mektepte neler yapması lazım geldiği hususunda bir malumat vereyim diye yanına gittim ama bizimki hiç oralı olmuyor. Büyük bir cebir problemi ile boğuşurcasına mütemadiyen elindeki bir kağıda bir takım rakamlar karalıyor. En sonunda beni gördü de, “Gençler maçı ne olur amca” dedi.
Boş bulundum, “ne olur?” diye sordum. “Bence bu maçın hakkı beraberlik” dedi. “Fener geçen hafta şansa kazandı, Gençler de uzun süredir puan alamıyor. Maç Ankara’da. Oran da fena değil. Ben beraberlik yazıyorum.”  Ben ona tahsil hayatına ilişkin malumat verecekken o bana futbol müsabakalarına dair faraziyelerde bulunmaya başlayınca cinlerim tepeme çıktı. Bir iki küfür savurduktan sonra bir hışımla kahveden nasıl çıktığımı bilemedim.
Geçen gidip çocuğun gönlünü alayım dedim. Yine aynı sayfanın üzerine eğilmiş bir takım hesaplar yaparken buldum onu. Meraklı olduğumu görünce ne yaptığını anlattı. Meğer bizim toto diye bildiğimiz oyunun çok daha basitiymiş bu oynadığı. “13+1’e ne veriyor?” dedim. Ablak ablak suratıma baktıktan sonra, “üç maç bil, al parayı amca. Gerisine kafam basmaz” dedi.
“Üç maç mı? Bunu herkes bilir o zaman. İşin içinde bir iş olmasın?” diye sordum.
“Yok valla amca” dedi. “Bazen tek maç bile oynayabiliyorsun. Bilirsen ne kadar oran verdilerse, yatırdığın parayı bu oranla çarpıyorsun işte.”
Yemyeşil gazete sayfasını ben de iyice tetkik ettim. Ne yalan söyleyeyim, güzellik yarışması müsabakasında derece alan güzellere böyle dikkatli bakmıyorum. Gönlüme yatan üç tane maç seçtim. “Bunlar iyi mi?” dedim. Bizim çırak, “vay amca sen bu top işinden anlıyor musun yoksa” diye sordu. Gelmiş geçmiş dünya kupaları hakkında kısa bir konferans vermem onu etkilemiş olacak ki, “tamam öyleyse” dedi. “Bu kupona ortak olalım.” Köftehor peşin parayı görünce dayanamadı tabii. Hesap etti. “Çok sürpriz görünüyor ama oran çok iyi” dedi.
Normalde şuncağız çocukla ortaklık kuracak adam değilim. Ama heves ettim bir kere… Tabii bu aralar meteliğe kurşun atmamın da etkisi olabilir.
“Kaç para veriyorsun ortak?” diye sordu. Baktım, samimiyetimizdeki irtifa kaybı enseye tokat noktasına vardı varacak. “Evladım, laubalilikten hazzetmeyen bir tabiatım var. Al şu 10 lirayı, bana ne zaman ne kadar para kazanacağımızı söyle,” dedim.
Ben bu şekilde çıkışınca bizimki geriye çekildi. “Madem bu kadar kendine güveniyorsun o halde 100’er lira koyalım da bir defada parayı vuralım amca” dedi. “Hesap ortada iki saat sonra 5 bin lirayı cepte bil” diye de ekledi.
Bende bu kadar para asla bir arada olmaz ama o gün bir ahbaptan rica minnet 100 lira borç almıştım. Hemen parayı verdim, iki saat sonra uğramak üzere kahveden çıktığımda bedbaht geçen nafile yıllarıma yanmadım desem yalan olur. Böyle bir imkan olsa şu anda kim bilir nerede olurdum? diye düşünerek yollara vurdum kendimi. Akılsız başın cezasını ayaklar çekermiş, deyiminin defalarca sağlamasını yapan ben değilmişim gibi epey bir yürümüş olacağım ki kendimi bir anda Marina’da buldum. Hayal pencereme akseden görüntülerin tesiriyle kendimden geçmişim. Öldüm de cennete gittim sandım. Etrafımı dünya güzelleri sarmış. Biri yelpazesini sallıyor, diğeri meyve yediriyor. Bir kaçı karşımda raks ediyor.
İki saat sonra ışınlanmış gibi tam vaktinde kahvenin önünde bittim. Bizim çırak yanağında taze bir beş parmak izi, al al, moru mor bir kenara büzülmüş oturuyor. Kahveci beni görür görmez ayağa kalktı. “Yahu Peyami efendi, birkaç gün kahveden ayağını kestin. İşlerimize bereket geldi. Yine niye geldin Allah aşkına. Seni kapıdan kovuyoruz bacadan giriyorsun. Veresiyeyi kesiyoruz anlamıyorsun. Hürmet etmiyoruz anlamıyorsun. Yani rahmetli babanın biraz hatırı var diye yine gelmene izin verdim. Ama sen ne yaptın?”
“Ne yaptım?” diye merakla sordum.
“Daha ne yapacaksın? Bizim çocuğu kumara alıştırdığın yetmezmiş gibi, kasadan para aldırıp kendine ortak etmişsin. Utanmıyor musun?”
Fırsat bu fırsattır diyerek Berber Hüseyin, emekli memur Raşit, Nedim Çavuş hep bir ağızdan, “Yazık yazık” diyerek birkaç defa iç çektiler.
İnsanoğlu çiğ süt emmiş diye boşuna dememişler a dostlar.  “Bir daha bu kahveye ayak basarsam ne olayım” diyerek vurdum kendimi yine sokaklara… 

19 Aralık 2010 Pazar

Rüzgâr Gülleri...


            
            Onlar standardize edilmiş hayatlarından kafalarını dışarıya çıkaracak cesareti olmayanlardır. Her sabah aynı ruh haliyle uyanır, aynı ruh haliyle işlerinin yolunu tutarlar. Arabalarında hep aynı radyo istasyonu ayarlıdır. Aynı yollardan geçerler, aynı kişilerle karşılaşırlar. Hayatları The Truman Show filmini aratmaz ama onların bu konuda en ufak bir endişeleri yoktur. Varsa yoksa, mal mülk derdi, varsa yoksa sahip olma telaşı…
            Orta sınıf konformizminin esiri olmuş bu insanı kafasını gömdüğü kum çukurundan kim çıkarabilir? Hangi olay onu şaşırtır? Rutinini bozmasına sebep olacak, onu kımıldatacak sihirli bir güç var mıdır? Muamma…
            Onlarla her karşılaştığımda, acıma ile kızgınlık arasında bir duygu karmaşası yaşarım. Kumdan kale olan yaşantılarına dair hiçbir kuşkuları yokmuş izlenimi vermek için beyhude çırpınışlarını gördükçe midem bulanır.
Bir fiskeyle yıkılacak özgüvenlerinin altında sahip olmanın ötesinde hiçbir şey yoktur. Açgözlülüklerini hiçbir şey gizleyemez; ne katı ahlakçılıkları ne de muhafazakârlık görüntüsü altındaki tutuculukları…
Resmini çizdiğimiz bu insanın, siyasi yönelimi de tamamen pragmatizm üzerinden şekillenir. Rüzgâr nereden eserse orada durmakta beis görmez. Bukalemun gibi renkten renge, şekilde şekle girer…
Aslına bakarsanız görgüsüzdür… Ne oturmasını bilir, ne kalkmasını… Üç tane şair ismi söyle desen sayamaz… Hayatı boyunca bir tane bile şiir kitabi satın almamıştır. Önüne beş tane balığı yan yana diz, isimlerini sayamaz… Ne romandan anlar, ne sanattan, ne tiyatrodan, ne felsefeden, ne şiirden, ne müzikten… Zaten ona göre, bu tür şeyler “entel dantel takımı”nın gereksiz avuntularından ibarettir. Vakti zamanında ucundan kıyısından bu tür işlere bulaştıysa, onu da gençlik heyecanına verir… Şükür ki, artık uslanmış, hayatın ne olduğunu çabucak anlamıştır!
Bu adam, 12 Eylül faşizmi geldiğinde “şükürler olsun huzur ve güven ortamında” kavuştuk demişti… “Neyse ki, kavga gürültü bitti, çocuklarımızı okullarına gönül rahatlığıyla gönderebiliyoruz” diyerek derin bir oh çekmişti…
Özal’ı görür görmez kanı kaynadı… “İşte aradığım lider bu” dedi… Ne de olsa Tonton iş bitiriciydi… Çağ atlamıştık ama prensler, hasbahçenin gülleri, papatyalar derken Özal’dan biraz soğudu… Bu sefer de, “kurtar bizi Baba” diye bağırmaya başladı… İki anahtar sahibi olacak, beş yüz günde Allah’ın izniyle düze çıkacak, bütün dertler bitecekti…
Baba, devleti çok seviyordu. Ne demişti Susurluk sonrasında,  “Devlet bir muhteşem kurumdur. Konu devlet olunca ‘uluorta’ konuşulmamalı. Konu neyse üstüne git, çekinme üstüne git. Ama devleti gagalama.” İşte bu sözler onu mest etti.
Daha sonra, siyasette “Bacımıza” gönlü kaydı… “Devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir” sözleri tüylerini diken diken etmişti…Yastık altında biriktirdiği dolarlar bir günde kıymete binince “Bacımıza” sadakati iyice arttı… İş bilenin, kılıç kuşananındı…
21. asır Türk asrı olacaktı. Lakin dış mihraklar rahat vermiyordu. Demokrasi halkın cehaleti ve stratejik konumumuz itibariyle bize göre değildi. Skandallar, yolsuzluklar derken konumu hafiften sarsılmaya başlamış, ekonomik krizler nedeniyle gelecek kaygısı yaşamaya başlamıştı…
Sonraki koalisyonlar ise onu hiç tatmin etmedi… Üç partiyi birden iktidara getirdi ama ona sorarsanız hiçbirinden umudu yoktu…
Ve birden “onları” keşfetti…
Dedesinin izinden gidiyor, 50 yıldır aynı siyasi istikamette yol alıyordu. Fakat demek ki, elli yıldır iktidarda olmalarına rağmen “sivil askeri elitleri” iktidar dışına itememişlerdi. İktidar olmuşlar ama muktedir olamamışlardı. İşte “AK Parti” bütün bu sorunların evelallah üstesinden gelecekti…
Bu sefer de mücahitler müteahhit oldular… Bizim ki yine istim üstünde yaşıyor. Çocuklar, damatlar, gelinler, kayınlar, kaynatalar, kızlar gemicik, villa, ihale, şirket sahibi oldular. Ama bizimki can derdinde…
Her sabah evinden işine giderken, aynı radyo istasyonundan dinlediği mübarek haberler içini bir tuhaf yapıyor. Gözleri dalıp gidiyor… Bazen faiziyle bankaya yatırdığı altınlarını düşünüyor bazen de teşkilat içindeki “etkisiz eleman” konumunu...
Velhasıl bir türlü huzur bulamadı gitti…

18 Aralık 2010 Cumartesi

Bıyık Deyip Geçmeyin!



Bıyık Söylencesi, Tahsin Yücel’in,  Peygamberin Son Beş Günü’nden sonra yayımladığı ikinci romanı. Kitabın arkasına düşülen notta, “… okudukça göreceksiniz, Peygamberin Son Beş Günü gibi Bıyık Söylencesi de öyküsüne indirgenecek romanlardan değil”deniyor. Tahsin Yücel öykülerinde sürdüğü farklı üslubunu romanlarında da sürdürüyor..
Bıyık Türk toplumuyla özdeşleştirilen bir simge. Biz de bu simgeyi bolca kullanarak kendimize mal etmişiz. Onu erkekliğimizin, gücümüzün belirtisi olarak hem dudaklarımızın üzerinde taşımışız.
 Cumali yirmi iki ay yirmi altı günlük askerliğini bitirip evine varır varmaz, Bedriye abla’yı (nişanlısı), Tuzsuz Vaysal’ı (kan kardeşi) görme telaşı ile köy berberine uğramaya fırsat bulamıyor. Günler sonra arkadaşı Tuzsuz Vaysal ile Berber Ziya’ya gitmekte karar kılıyorlar. “…çevresinin bıyıklı insanlarla dolu olmasına, karşısındaki aynayla çerçevesi arasına sıkıştırılmış vesikalık fotoğraflardan bir sürü bıyıklı adamın kendisine bakmasına karşın, kafasında hala bir bıyık sorunu yoktu.” Buna rağmen berber Ziya bıyık bırakması için Cumali’yi iyice sıkıştırıyor. Çevresindekilerin de onayını alıyor. Fizikçi Osman hoca, “Bu bıyık genç bir bıyık, geleceği de parlak: ben olsam, bırakırım.”diye üsteliyor. Böylece romana konu olan tılsımlı bıyık bırakılmış oluyor.
Bütün roman Cumali’nin bıyığının etrafında gelişen olaylardan örülüyor.  Babası, “bıyık avrat işi değildir, yakıştı diye bırakılmaz” diyor. Nişanlısı Bedriye abla, “şimdiden yakışmış gibi diyor.” Berber Ziya olacakları önceden sezmiş gibi Cumali’nin bıyığına büyük özen gösteriyor. Onda büyük bir gelecek görüyor, saatlerce Cumali’nin bıyığıyla uğraşıyor, dükkana gelmesinin arası açılınca Cumali’yi azarlıyor.  Bıyığı eni konu bir Bektaşi bıyığı kıvamına geldiği sıra Cumali Bedriye abla ile evleniyor. Derken bıyık o sihirli halini alıyor günler sonra.
“Bu bıyık doğaüstü bir dönüştürücü güç mü kazanmıştı, neydi, Cumali’nin yüzü birden değişivermiş, dudaklarından gözlerine, kaşlarından alnına ve çenesine, tüm yüzünün üstüne, eski görüntüsünden çok da uzak olmayan, ama alabildiğine etkileyici bir başka yüz yerleşmişti, aynı zamanda, tüm yüzden, gözleri kör edecek bir ışık gibi, elle tutulacak ölçüde somut bir sonsuz güç, bir karşı konulmaz erkeklik anlatımı yayılmaktaydı.”
Kasabadaki herkesin diline yerleşiveriyor Cumali’nin bıyığı. Cumali bu durumdan sıkılıyor. O geceyi uykusuz geçiriyor. Karısı da uyuyamıyorBıyıkla birlikte kasaba da değişmektedir. Cumali babasının basma dükkanına gidene kadar tüm kasabanın ilgi odağı olmuştur. Hiçbir şeyi beğenmeyen babası bile, “Aslan oğlum, çok güzel olmuş” diyerek bıyığını över Cumali’nin.
Kumaş dükkanını müşterilerden çok Cumali’nin bıyığını merak eden meraklı kalabalık doldurur. “Kefensiz’in Mustafa da şalvarlığını seçerken, kumaştan çok bıyıktan sözetti; en sonunda kumaşı keserken, tanıdık bir ses, ‘Bizim küçük kıza fistanlık alacağım, üç bıyık boyu yeter mi?’ dedi.” Bıyık artık kasabadaki tek değer olmuştur, her şeyin ölçüsüdür. Yazar bıyık ile ilgili bir çok deyim kullanarak onun önemini, kasabaya ne kadar yerleştiğini iyice vurgulamak ister. Onun şimdiye kadar görülmüş en güzel bıyık olduğu konusunda artık kimsenin kuşkusu yoktur. “Müslüm dayıyla Topal Hacı’nın bıyıklarını ananlara dudak büküldü, Bismarck’ın, Nietzsche’nin bıyıklarını ananlara gülündü. Osman hoca bile Cumali’nin bıyığını neredeyse kutsal bir nesne düzeyine yükseltti.” Bedriye abla da kocasındaki bu değişimden memnundur. “Her gün, sabaha karşı, kapının önüne döktüğü iki kova sabunlu suyla da kanıtladı bunu.”
Gün geçikçe, bıyık serpilip büyüdükçe, Cumali sıradanlaşır ama bıyığı hiçbir zaman eski ilgisini yitirmez. Bıyığı artık Cumali’nin önüne geçmiştir. Berber bile sanki karşısında iki kişi varmış gibi davranmaktadır. Cumali de bıyığının arkasına çekilmiştir. Burada bıyığın ayrı bir kişilik olup çıkmasında, yazarın bıyığa çizdiği ayrı kişilik, Gogol’un Burun öyküsünde, kaybolan ve birdenbire öykü kahramanından başka bir kişilik olan burnu çağrıştırıyor. Bıyık ve Cumali diye ayrılan iki kişilikten ne Cumali ne de karısı memnundur. Karısı ile arasına bir soğukluk (bıyık) girmiştir. Karısından ilgi görmeyen Cumali, kendisinden on beş yaş büyük olan Kehribar bacıya aklını takar. Kehribar bacı önüne çıkan her bıyıklıya kuyruk sallayan, adı dillenmiş bir kadındır. Fakat karısı durumdan haberdar olur. 
Babası öldüğünde çok sevilmemesine rağmen herkes cenaze törenindedir. Sanki bıyığın hürmetine gelmişlerdir cenazeye. Cumali de bıyığına yaraşır bir şekilde davranır, hiç ağlamaz.  Babasının ölümünden sonra babasının her gün giydiği geleneksele giysilerle çıkar insanların karşısına. Kasaba halkı bu durumu taktirle karşılar. Bıyığına yakışan bir kıyafettir bu. Kaymakam bu bıyığın tarihsel kökeninden sözeder.
Nüfusçu çeyrek Hamdi görür görmez vurulur Cumali’nin bıyıklarına. “Hayır, olmaz, bu bıyığa cüssesine yakışacak bir soyadı bulmalı,”  der. Nihayet Karapala’da karar kılınır. Bıyığı artık Cumali’nin çoktan önüne geçmiş, onun belirleyeni olmuştur. Cumali sanrılar görmeye başlar. Kasabanın delisi bile sanki onunla değil bıyığıyla alay ediyordur. Kasabadaki kadınlar uslu durmayan çocuklarını Karapala geliyor diye korkuturlar. Artık Karapala’ya teslim olmuştur. Yaşanan bu değişime ayak uyduramaz. “İnsanlar bıyığından ayrı tutmaya başlıyorlardı onu, Karapala da kendisinin değil bıyığının adıydı.”
Habersiz sokulduğu yarışmada bıyığının birinci olması teselli etmez Cumali’yi kırk yıllık berberini terk eder;  Berber Mustafa’nın müşterisidir bundan böyle. Ama bıyığına dokundurmaz. Yalnızca iki günde bir sakal traşı olmaya gider. Bıyığının bakımını kendisi üstlenir. Bıyık odasında bütün gün bıyığı ile ilgilenir. Bedriye abla durmadan çıkışır Cumali’ye. “ Kız büyütsen, şimdiye dek kucağına yedi torun verirdi. Ya bu meretten ne gördün? Kazı gitsin!” Cumali’nin gözü bıyığından ötesine görmez, arkadaşı Tuzsuz Vaysal’ın durmadan Cumali’nin evine girdiğini gören bazı komşular, “boynuz bıyığı geçti” diyerek dedikodu yayarlar ortalığa.
Bu arada yıllar geçip gitmektedir. Cumali’nin biri erkek biri kız iki çocuğu çoktan büyümüşlerdir. Cumali’nin bıyığı da yavaş yavaş solmaya yüz tutar.  Bıyığının eski ihtişamını kaybetme korkusu tüm benliğini sarar. Bıyık odasında durmadan bıyığının aklarını yolmaya çabalar. Artık kendinden geçmiştir. Bu sonu gelmez çabaların sonunda yenik düşer ve makası boğazına saplar. Karısı yerde yatan Cumali’ye evlendiklerindeki Cumaliymiş gibi sarılır. Çünkü o günkü gibidir Cumali’nin bıyıkları. Aralarına giren soğukluk yoktur artık. Ne var ki Cumali de yoktur. Gazeteler haberi, “yüzyılın en şahane bıyığı toprağa verildi” başlığı ile verir.
Ve gün geçtikçe unutulur Cumali. Artık ne kendisi ne geceleri kanatlanıp uçan bıyığı kalmıştır. Tek tek silinir hatıralardan. Bir tek Berber Ziya’nın dükkanından çıkmaz sararmış resimleri. Onca yıl sonra dükkana gelen iki yabancı müşteri, fotomontaj sanarlar Cumali’nin bıyığını. Yaka paça dışarıya atar yabancıları Berber Ziya. Ve Cumali’nin bıyığı gerçekliğini yitirir.
Bir bıyığın etrafında gelişen romanda yazar, bıyık ile ilgili bir çok söz kullanmış; “Bıyığımın arkasındayım”, “Boynuz bıyığı geçti”, “Sakalı herkes bırakır, bıyığı insan bırakır”, “Bıyık avrat işi değildir, yakıştı diye bırakılmaz”, “Bıyığından ötesini göremez oldu”, “Bıyığının arkasına gizlendi”, “Bıyığının adamı gibi davranmak”… Yazarın ustalıkla kullandığı bu deyimleri okuyup da, erkekliğimizin simgesi bıyığın bir insanı ne hallere düşürebileceğini gördükçe bıyık altından gülmemek elde değil.

14 Aralık 2010 Salı

Dante, Cahit Sıtkı, Ölüm ve Bendeniz Cennet Kuşu


Geçenlerde cemiyet hayatından nicedir uzak kaldığımı fark ederek, birkaç gündür çeşitli bahanelerle kafamı kaldırmadığım yatağımdan doğruldum… Ayağa kalkmak için yekindim, sonra bir isteksizlik hali hasıl olunca sırtüstü bir külçe gibi yatağa tekrar devrildim…
            Sıcak yorganın altından ayağımı dışarıya uzattığımda dışarının epey soğumuş olduğunu hissettim. Hissiyatımın yerli yerinde durduğunu görünce büyük bir sevinçle kendimi kutladım.
            İnsanoğlu her durumda kendisi için bir çıkış yolu bulurmuş… Birkaç sene önce düştüğüm sersefil halleri hatırlayınca, “vay anasını nasıl dayanmışım, nasıl sabretmişim, şaşırdım doğrusu” diye itiraf ettim kendi kendime.
            İhtimal aradan seneler geçince şu halimi de gözlerimin önüne getireceğim, “beni hangi güç ayakta tutmuş acaba?” diye soracağım yine.
            Hoş, şu anda beni bir gücün ayakta tuttuğunu da söyleyemeyeceğim. Çünkü mütemadiyen babamdan intikal eden, her yeri dökülen evimde yatmaktayım.
            Neyse ki, “beterin beteri var” diye bir deyimimiz var.
            Beterin beteri var dedim, kendime.
            Beterler arasında en beterlerine zihnime getirmeye çalıştım.
Rahatladım.
Sonra kendi kendime bir tartışma açtım. “Beterin beteri var” var da, neden “iyinin de iyisi var”, diye deyimimiz yok diye…
Bu tartışma hiç ummadığım yere varınca, yazıklar olsun diye çıkıştım içimden beni sürekli dürtükleyen sese… Günaha giriyorsun günaha, diye de ekledim.
Yatağın kenarına yığdığım ara sıra sayfalarını araladığım kitaplardan birini seçtim rasgele. Cahit Sıtkı’nın bir şiir kitabıydı elime gelen.
Varlık Yayınları’nın Türk Klasikleri serisinden çıkan, 1966 Kasım baskılı kitabın her yeri odamın duvarları gibi dökülüyordu.
Neden bilmem, hemen “Otuz Beş Yaş Şiiri”ni aradı gözlerim…
        Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
               Dante gibi ortasındayız ömrün.
               Delikanlı çağımızdaki cevher,
               Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
               Gözünün yaşına bakmadan gider.
            Şairin, neden Dante gibi ortasındayız ömrün dediğini hiç düşünmemiştim daha önce. Arada sırada evime gençten bir çocuk uğruyor. Hoş beş ediyoruz gidiyor. Laf aramızda canım istemediği zaman bu köşeyi de ona yazdırıyorum. İşte bu çocuk Dante’nin İlahi Komedya’sını getirmişti geçenlerde.
            Donmayı göze alarak yatağımdan çıktım. Ayaklarım uyuşmuş. Güç bela yere bastım. Karıncalar bütün vücudumu sardı. Dante’nin kitabını bir çırpıda kaptım. Koşarak yatağıma döndüm.
            Kendime bir meşgale bulmanın sevinciyle kitabın sayfalarına gömüldüm.
            Dante’nin cehennemi anlattığı kitabının ilk satırları  şu cümlelerle başlıyor: “Yaşam yolumuzun ortasında karanlık bir ormanda buldum kendimi, çünkü doğru yol yitmişti. Ah, içimdeki korkuyu tazeleyen, balta girmemiş o sarp, güçlü ormanı anlatabilmek ne zor! Öyle acı verdi ki, ölüm acısı…”
            Evraka! diyerek yerimden zıpladım.
            Dante, bu düşsel yolculuğa otuz beş yaşında çıktığını varsayıyor. Ve ölüm acısından söz ediyor…
            İşte Cahit Sıtkı da şiirinin başına koyduğu bu iki cümleyle bir taşla iki kuş vuruyor. Bizi hem 1300’lü yıllara, Dante’ye götürüyor hem de bu eserdeki ölüm temasını çıkış noktası yaptığını hatırlatıyor okurlarına, Dante’nin cümleleriyle başlayarak şiirine…
            Heyecanlandım…
            Malumun ilamını  yapma! Amerika’yı tekrar keşfetmeye gerek yok dedi içimdeki kötü ses.
            Heyecanım yatıştı, uykum geldi.
            İlgimi tekrar Cahit Sıtkı’ya çevirdim. 4 Ekim 1910, Diyarbakır13 Ekim 1956, Viyana ibareleri var başka bir kitapta… Mezar taşı gibi…
            Demek ki, yolun yarısı diyerek otuz beş yaşında yazdığı bu şiirden on bir yıl sonra 1956’da ölmüş, ölümü en iyi anlatan bu şair…
            Başka bir kitabına uzandı elim… Yine Varlık Yayınları’ndan, “Sonrası” Şubat 1957…
            Bir şiir çektim. “Ben Ölecek Adam Değilim”…
            Kapımı çalıp durma ölüm,
            Açmam;
            Ben ölecek adam değilim.
            Alıştım bir kere gökyüzüne;
            Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
            Sıkılırım,
            Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
            Yemişlerine doyamadığım ağaçların (…)
            Sonra sıralamış durmuş şair neler yapmak istiyorsa onları…
            Şiirin devamında,
            Şükretmeliyim
            İnsanlar arasında olduğuma, diyor…
            Eh işte gördün mü bak, koskoca şair bile şükrediyor…
            Demek ki doğru yoldayım dedim kendime ve çektim yorganı başıma…
            

13 Aralık 2010 Pazartesi

Kara Kış Kapıyı Çalmadan


Kış kapıyı çalmaya başlayınca huysuzlanmaya başlıyorum. Yazın gözünü seveyim! Ne güzel ekmek elden, su gölden yaşıyordum. Rahmetli pederden yadigâr kalan evin kirası paşa gönlümü hoş etmeye haydi haydi yetiyordu. Sabah on bire doğru erkenden kalkıyor, saat üçe kadar kahvaltı ve güne hazırlanma seremonim sürüyor, akşama doğru kahvede alıyordum soluğu… Simit, poğaça, çay; al kızı ver papazı derken tam akşam haberlerinin başladığı sırada televizyonunun karşısındaki mütevazı sandalyeme gömülüyordum.
Yaz günleri akşam haberleri de bir başka güzel oluyor. O sahilden görüntüler, bu kıyıdan manzaralar, bollaşan zerzevat, stadyumu hınca hınç dolduran konser, podyumlarda sonbahar esintisi, balıkçılar ağlarını yamıyor, belediyeler festival yarışında derken mutlaka oyalanacak bir şeyler buluyordum.
Yaz gecelerinin gözünü seveyim! Rahmetli pederin yüzü suyu hürmetine defalarca tövbe ettikleri halde yine de hatırımı kıramayan mahalle esnafı imdadıma yetişir. İki bira alır, Saat Kulesi’ne doğru yollanırım. Orada,  kıyıda, köşede mutlaka bir ahbaba rastlar, bir iki hoşbeş ettikten sonra ya meyhanede ya da sahilde alırım soluğu…
Meyhaneden kovulsam da dert etmem. Çarşaf gibi denizin üzerine serilen yıldızları seyre koyulurum. Üçüncü biranın ardından karşı kıyıda sıralanan ışıklarla yıldızlar birbirine karışmaya başlar. Pelteleşmeye başlayan dilimle lafın sonunu bir türlü getiremem. Sözü uzattıkça uzatır, açtığım parantezleri bir türlü kapatamam.
Artık yaşlandığımdan olsa gerek, sohbetin ortasında birdenbire oraya ışınlanmış gibi afalladığım, bir an için söylediğim her şeyi unutup ne dediğimi hatırlamaya çalıştığım çok olmuştur. Neyse ki, böyle vaziyetlerde cümlemin nerede tamamlanacağını az çok kestirebiliyorum artık.
“Onu diyordum, insanlık ölmüş kardeşim. Ölmüş, ölmüş, ölmüş.”
“Ben böyle adamlara pabuç bırakmam ama gençliğine verdim. Biz de geçtik o yollardan.”
“Ah işte böyle eski günler geri gelmiyor! Şimdi her şey çok bozuldu.”
Rasgele söylediğim bu cümleler tam yerine denk düşerse ne âlâ… Yok eğer karşımdaki manasız manasız suratıma bakıyorsa, (aslında çoğu zaman böyle bakarlar) “hadi artık gidelim, geç oldu” deme kibarlığını gösteririm. Tabiatım değildir, içkiliyken birisini esir almaktan hiç hazzetmem.
Yaz geceleri eve yürümek gibisi yok… İçkinin verdiği sebepsiz neşeyi gölgem gibi arkamda taşır; yanımda seğirten biri varsa bilhassa belediyemizin hayırlı hizmetlerinden dem vurmaya hususi bir imtina gösteririm.
Yaz geceleri başımı yastığa başımı koyduğum gibi uyurum… Ne sıcak, ne nem, ne sivrisinek, ne davul zurna ne de saz… Alkole iyice alıştırdığım birkaç sivrisinekle yaz boyunca ahbap olur geceleri onlara takılmadan edemem, biz iki kutu bira içmek için kırk takla atıyoruz, siz her gece damardan alıyorsunuz… Oh ne âlâ!
Kış geldi çattı.Odun, kömür derken bir sürü para lazım… Hadi bunları hayırsever belediyemizden tedarik ettim diyelim; içki ne olacak? Yazın bira içilmez. Şarap ve votka biradan daha pahalı, üstelik meyhaneler veresiyeyi kesti. Kafesteki güvercin gibi yine kahveye tünemekten başka hal çaresi yok… İşte böyle kara kış daha kapıyı çalmadan kara düşünceler duman duman sarıyor başımı… 

3 Aralık 2010 Cuma

Don Kişot’un yazgısı

Olmazlıkta kurar insan sevincini
Tutku her şeyi yeniler
Yüreklilik bir çeşit yalnızlıktır
O aptal yeldeğirmenlerine gelince
Sen onları benden iyi tanırsın
Aldı mı yere vurur adamı
Kaldı ki sen onlardan da kahramansın
Aşılmazlığınla aydınlat yolumu
Dulcinea doğallığım sevincim anayurdum
Dünya gün gelip anlayacak
Sende gerçek büyüklüğe kavuştuğumu
            İşte böyle söyletmiş Afşar Timuçin Don Kişot’u, ‘Don Kişot’un Akşamı’ şiirinde…
            Delilikle kahramanlık arasındaki ince çizgide yol almış Don Kişot hep…
Kimi kere üstesinden gelinmez güçlüklere göğüs görmeye çalışırken onun bitip tükenmez  uğraşısı örnek gösterilmiş kimi kere de imkansızlıklar karşısında gözü kör olan ve boş yere çırpınan adamın çaresizliğini anlatmaya yaramış Don Kişot…  
            Gönlünde Dulcineası’nın hayaliyle sevgili atı Rozinante’nin sırtında  ve yanında krallığında bir ada verme vaadiyle kandırdığı can yoldaşı Sanço Pansa ile birlikte dünyayı kötülüklerden temizlemek için düşmüş yollara…
Nâzım Hikmet, ‘Don Kişot’ şiirinin sonunda şöyle seslenir bu gözü pek kahramana:  
Haklısın, elbette senin Dülsinya'ndır en güzel kadını yeryüzünün,
sen, elbette bezirgânların suratına haykıracaksın bunu,
alaşağı edecekler seni
bir temiz pataklayacaklar.
Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
ağır, demir kabuğunun içinde
ve Dülsinya bir kat daha güzelleşecek...
            Kazandığı bütün zaferler Dulcineası içindir Don Kişot’un… Dizlerinin önünde aman dileyen adamları çevirir gerisin geri… Gidin der, anlatın bu şerefli galibiyetimi Dulcineama, selam söyleyin ona benden…
            Ona can veren kıskanç Cervantes yok mu? Çirkin mi, çirkin dişsiz bir kadın olarak çizer dünyalar güzeli Dulcinea’yı…
            O olmasa yollara düşer miydi? Vurur muydu böyle bilinmezliklere kendisini Don Kişot?
            Tamam, bunda okuduğu o saçma sapan şövalye kitaplarının da etkisi yok değildir… Ama Dulcinea’nın aşkıdır onu ellisinden sonra yollara düşüren…
            Hadi diyelim Don Kişot kafayı üşüten bir bunak, okuduğu kitaplar gerçekliği kavratmada yardımcı olacağına bir kurmacanın içine sürüklemiş onu…
Peki saf köylü Sanço Panza’ya ne oluyor? Ne diye canından çok sevdiği eşeğiyle bir ütopya uğruna yerini yurdunu terk ediyor?
Bir ada uğruna nasıl göz yumar Don Kişot’un hayalperestiklerine…
Güpegündüz gördüğü halde tüm gerçekleri nasıl içini burmaz sahte dünyası Don Kişot’un…
Ne için?
Bir delinin vaad ettiği ada için…
Yeldeğirmenlerini kocaman devler, sıradan hanları devasa kaleler olarak gören yüreğinde Dulcineası’nın aşkıyla tüm dünyaya meydan okuyan Don Kişot olmak mı yeğdir yoksa bütün bu saçmalıkları gören ama sesini çıkaramadan ona eşlik eden akıllı saf Sanço Panza mı?
Gerçekleri bildiği halde vaad edilen adasını almak için tüm bu gülünçlüklere katlanan ve zaman zaman sopa yiyen Sanço Panza olmak mı yeğdir yoksa deliliğiyle herkesin eğlendiği aklını yitirmiş bir bunak olmak mı?
Biri bütün gerçekliğini yitirmesine rağmen büyük bir hayal uğruna mücadele ediyor…
Diğeri küçük bir çıkar için anlamlandıramadığı bir yolculuğa çıkıyor…
Biri hayal de olsa ne istediğini biliyor…
Diğeri ne istediğini bildiği halde bir hayalperestin aklına uyup onun peşinde ve emrinde maceralarla dolu bir yolculuğa çıkıyor…
Birinin gönlünde bütün zaferlerini armağan ettiği dünyalar güzeli Dulcinea var…
Diğeri bıraktı belki peşinde ağlarken eşini ve çocuklarını…
Biri çıkıp derse, “hey sen de kim oluyorsun, Don Kişot koskoca bir asilzade idi, Sanço Panza ise ne idiğü belirsiz bir köylü, nasıl olur da kıyaslarsın ikisini bre zındık…
Biz de deriz ki, “öyle ama o insanlığa adalet dağıtmak, kötüleri cezalandırmak için düşmedi mi paslı zırhıyla yollara…
            Uzun lafın kısası bu deli kahramanı herkes kendi boyasına sokup çıkardı…Kimisi ümit serpiştirdi onunla yüreklere, kimisi de olmayacak duaya amin denmez demek için kullandı onu…
            Peki kitabı okuyan?
            Bilmem var mıdır sizce? 

Beşikten mezara içki!

  
Onları başka türlü düşünmek mümkün değil. Mutlaka masalarında içecek bir şeyler olur. Salkım salkım üzüm veren bağları mıdır, Şarap Tanrısı Dionysos’un yurdunda yaşıyor olmaları mıdır buna sebep bilmiyorum.
Akşam olduğunda içmek için bir fırsat yaratırlar mutlaka. Sadece akşam olduğunda mı?
Günün her saati içkiyle anlamlandırılır aslında… Bu yüzden “beşikten mezara içki” diye özetlenir yaşamları…
Neden beşikten?
Doğum müjdedir… Doğum mutluluktur, coşkuyla kutlanması gerekir de onun için…
Trakya’nın ortasındaki o köyde (diğer köylerde olduğu gibi) bütün doğumlar içki içerek kutlanır. Çocuğun babası sevincini kahvedeki herkese içki ısmarlayarak yaşar. Kendisi de uygun bir saate kadar içer ve hafif dumanlı kafasıyla uçarcasına evinin yolunu tutar.
*
Nasıl erkek çocukları için sünnet erkekliğe atılan ilk adım olarak bilinirse, oranın çocukları için de düğün evlerinden içki aşırmak, erkekliğe atılan esaslı bir adımdır.
İçerken gözleri yaşarsa, birkaç yudum ancak alabilseler bile, içkilerin gizlendiği gizli mabedin yerini bulmak, oradan kimse görmeden birkaç şişe aşırmak, ardından bir kuytu köşeye gizlenmek başlı başına bir iştir.
Kolay değil, düğün sahiplerine, yemekçi ve bulaşıkçı kadına görünmeden tüm bunları gerçekleştirmek. Hele dışarıdaki sobanın üzerindeki tencereden bir tabak dolusu köfte de kaçırılırsa değmeyin çocukların keyfine.
İşte bunu başarabilen çocuklar gerçek anlamda rüştlerini ispatlamış olurlar. Onları yürüyüşlerinden tanırsınız. Hatta bazıları büyük bir iş başarmanın verdiği özgüven duygusuyla kıyısından gençlerin oyunlarına da katılırlar.
Köy düğünlerinde, mutlaka bir “düğün kahvesi” olur. Düğün süresince burada içilen çay ve içkiden para alınmaz. Düğün sahibi bunun için yaklaşık yirmi kasa bira alarak kahveciye verir.
*
İlkokulda eğitim sabah dokuz akşam üç arasında yapılıyorken öğretmenler her öğlen başka bir öğrencinin misafiri oluyordu. Köydeki evlerde rakı şişesi, tuzluk gibi her daim masanın üstünde durduğu için, öğle yemeklerinde öğretmene bir duble rakı içmesi için ısrar edilmesi teamüldendi.  
Bir duble sohbetin anahtarını çevirince gerisi kendiliğinden gelir, öğretmen son saniyede derse yetişirdi. Hele içkiyle arası hoş değilse, öğleden sonraları dersler tatlı bir uyuşukluk içerisinde geçerdi.
*
Akıp giden zamanı anlamlandırmaya ve ölçmeye de yarar içki. Havada top top bulutlar kaynamaya, rüzgâr kırbaç gibi vurmaya başladığında kahvenin önündeki ihtiyar iç çeker: “hava şaraba döndü.”
Her içkinin içileceği bir dönem ve bir zaman aralığı vardır. Yaz boyunca gece gündüz bira içilir. Akşam serinliğinden sonra rakı masaları kurulur. Şarabın adını ağzına alan olmaz. Öyle ki, birisi bugün şarap içsek? diye nabız yokladığında, deli misin der gibi bir bakış atıldıktan sonra, “kurt dökersin valla!” diye uyarılır.
Yaz sonuna doğru şarap ve votka eski tahtlarına tekrar kurulurlar. Köylüler şarabı sek içmezler. Bir litrelik pet şişeye 70 cl’lik şarabı boşalttıktan sonra üzerine, kahveciye ısıttırdıkları kolayı karıştırırlar. Şarabı bu şekilde içerler.  
Her içkinin içileceği bir dönem var dedik. Rakıyı ayrı bir yere koyalım. Yaz-kış, gece-gündüz fark etmez rakı her mevsimin her saatin içkisi olarak zamandan bağımsızdır. Ancak rakı geniş zamanlar ister. Kahveye telefon ederek kocasını arayan kadına, kahveci “rakı masasında!” diye yanıt vermişse, kadın anlar ki, kocası belki sabaha kadar eve gelemeyecektir. Eğer telefonda iki bira içiyorum, geleceğim derse, kadın anlar ki, en geç bir saat içinde kocası evde olacaktır.  
*
İçki almak için bakkala gelenler, “artmadıkça yetmez” mantığından yola çıkarak içki alırlar. Bilirler ki, hiçbir zaman ne kadar içeceklerini öngöremezler. Ben pek içmem diye nazlanan masada birden değişebilir. Sohbet zamanın nasıl geçtiğini unutturur. Ama bakkalın gece 01:00’den sonra kapattığı unutulmaz. Bunun için her zaman içebileceklerinden fazlasını alırlar.
Ve alınan içkinin tümünü içmeye de büyük bir gayret gösterilir. “Neme lazım bozulmasın”, “aklımda kalacağına midemde kalsın” denir.
*
Köyde, mevsimine göre yapılacak gündelik işler vardır. Gübre atmak, saman balyası taşımak, odun kesmek, ufak tefek inşaat işleri… Bu tür işleri yapmak için gün boyu kahvede bekleyen, ömrü boyunca hiçbir işte uzun süre tutunamayanlar, yaptıklarına karşılık para yerine içki almaya bayılırlar. Her işin bir bedeli vardır. Bir traktör dolusu balya beş biradan aşağıya taşınmaz. Genelde bu beş biradan ikisi daha traktörle tarlaya gitmeden içilir.
*
İçki sadece efkarı almaz. Aynı zamanda her türlü derdin de devasıdır içki. Diş ağrısına bir kapak dolusu rakı birebir gelir. Ateşli hastanın vücudu ispirto ile güzelce ovulur. (İspirtoyu ancak elden ayaktan düşmüş alkolikler içer. Ve bunların mesleği genelde boyacılıktır) Soğuk algınlığına tutulanlar bir şişe ufak rakı içip iyice terlerler. Ertesi gün bir şeyleri kalmaz. Eğer içkiyi fazla kaçırmışsanız dermanı yine içkidir. Çivi çiviyi söker diyerek sabaha bir bira ile başlarsanız hiçbir şeyiniz kalmaz.
*
Yazının başında beşikten mezara içki dedik. Mezara demekle, içkinin sağlığa zararlı olduğunu ve sizi çabucak mezara gönderdiğini kastettiğimiz sanılmasın. Lafı uzatmadan söyleyelim; bilenler bilir mezar taşları üzerindeki yeşil parlak yazılar, şarap şişeleri kırılarak yazılır. 

Fotoğraftaki Adam

Geceleri resmine baktım
Olanları anlattım                                                                                                                            
Seni bir görsem diye diye
Uyudum yağmurun sesiyle...
                                                                                                                                                             Meral ÖZBEK


         Yine neden geldin bu meyhaneye? Neden yine bu masaya oturdun? Sırtını kapıya verdin yine içiyorsun kendinle baş başa. Ne ortalığı saran sigara dumanı umurunda ne de uluyarak şarkı söyleyen şu adam. Artık içmek için içiyorsun. Rahat uyumak istediğin, hiçbir şey düşünmek istemediğin için. Etrafına bakıyorsun; yalnız oturan bir tek sensin. Yalnızım diyorsun içinden. Evet, diyor öbür sen, yalnızız...
            Karşısındaki duvara siyah-beyaz bir fotoğraf asılmış, ona bakıyorsun dalgın dalgın. “Şerefine” diyorsun, ve öündeki rakı kadehini bir dikişte yuvarlıyorsun. Peynire çatalı saplıyorsun, peynir ufalanıyor. Küçük bir parçayı ağızına götürüp, yüzünü ekşitiyorsun. Fotoğraftaki adam sana bakıyor donuk donuk. Acaba yeni mi asıldı buraya bu bu fotoğraf diye düşünüyorsun. Neredeyse her gün geldiğin bu meyhanede, belki de yeni farkettim diyorsun. Geniş alınlı bir adam bu. Yüzündeki diğer ayrıntılar romanlardaki gibi ilginç değil. Adamanı ne karga gibi bir burnu var, ne çiçek bozuğu bir suratı, ne de yüzünde başka bir ilginçlik.
Adamı tasvir edemiyorsun. Canın sıkılıyor. Rakı şişesine dönüyorsun. Boş kadehi yarıya kadar dolduruyorsun, üzerine biraz su koyup, bakışlarını tekrardan adam üzerinde yoğunlaştırıyorsun. “Sağlığına” diyorsun kadehini kaldırarak. Adamın yüzü daha bir donuklaşıyor. Yaşamıyorum artık diyor sanki sana. Üzülüyorsun. “Yaşasaydın birlikte içerdik” diye bir laf geveliyorsun ağzında. Sonra gülüyorsun. “Zaten birlikte içmiyor muyuz?” diye kendi kendine soruyorsun. “O zaman sağlığına, sıhhat ve afiyetine, abiciğim. Ya işte ben de böyle...” diye başlayacak oluyorsun, garson sana doğru geliyor, yüzüne garip garip bakarak, masadaki küllüğe bir göz gezdiriyor. Boş olduğunu görünce, “başka bir arzunuz var mı efendim?” diyor.
“Şu adam kim?” diye soruyorsun fotoğrafı göstererek. Garson anlamsız gözlerle fotoğrafa bakıyor. “Tanımıyorum. Ben burada yeniyim, abi” diyor. Bu konuyu önemsemediği belli. “Buz ister misiniz?” diye soruyor. İstemekle istememek arasında kalıyorsun. Canını sıkıyor konunun değişmesi. “İstemez” diyorsun. Garson gidiyor.
Seviniyorsun.
Yine başbaşasın dostunla. Artık ona “dostum” diyebilirsin. “Hep böyle gizemli kal” diyorsun. “Ne önemi var adının, kim olduğunun. Yaşamışsın işte. Ya işte ben de böyle at kıçında sinek gibi buna da yaşamak...” Doluyorsun. “Aman be abi, yaramı deştin sen benim. Bak şimdi yine anlamsız bakacaksın bana ama, senin beni anladığını biliyorum” diyorsun. Kalan rakıyı içiyorsun. Garsondan rakı getirmesini istiyorsun. “Abi” diyorsun cansız resme, “her akşam gelirim, her akşam bu masaya otururum, valla seni yeni gördüm. Kusura bakma sakın. Bir selamımızı esirgediysek canım abim...”
İçin dolup taşıyor. Utanmasan, kalkıp sarılacaksın dostuna. “Ne bileyim abi, biliyorsun; yalnızlık bazen bırakmıyor peşini insanoğlunun. Kırılıyorsun bir ayna gibi. Bir bakıyorsun ki, aynanın her kırığında başka bir yüzün, başka bir kaygın gizli...” Dostun ilk defa seni anlamış gibi bakıyor yüzüne. Ya da sana öyle geliyor. Yeni doldurduğun kadehini dostuna doğru kaldırarak, “dostluğumuza!” diyorsun. “Olmuştur be abi, senin de güzel dostların olmuştur. Ama yine de yalnız kaldığın günler de olmuştur. O zaman şimdi göründüğün gibi dingin olmamışsındır. Hep şu bakışınla bakmamışsındır. Dostluklar yalnızlığın ilacıdır, diyeceksin. Haklısın abi, ama yapayalnız gene de şu dünyada...” içinden kabaran duygu sağanağına yenik düşüyorsun. Bir deniz gibi çalkalanıyorsun dostunun karşısında. Bereket versin ki, dostun anlayışlı, senin bu coşup durulmalarına dingin bakışlarıyla karşılık veriyor.
Hesabı ödüyorsun. Meyhaneden çıktığın sıra, garson arkandan yetişiyor. “O fotoğraftaki adam...” diye başlayacak oluyor. “Önemli değil artık” diye kesiyorsun sözünü, montuna sıkıca sarılarak, biraz da telaşla.
İnce ince bir yağmur yağıyor. Sokaklarda kimseler kalmamış. Evine varıyorsun sallana sallana. “İşte böyle abi” diyorsun. “Üşümedin inşallah. Bizim fakirhane de burası.”
Çerçeveyi odanın duvarına astıktan sonra. Karşısına geçip bakıyorsun. “Umarım yerini yadırgamamışsındır abicim” diyorsun. “İyi geceler” diye ekliyorsun yanağını öperken...

Bir Bayram da Böyle Geçti


            Çocukluk hatıralarımın arasında bayramların hususi bir yeri vardır. En büyük haşarılıklarımı her ne hikmetse bayram günleri yapmaya muvaffak olduğum için rahmetli pederim bayrama birkaç gün kala huysuzlanmaya başlardı.
Akşam namazından eve geldiğinde, endişeli gözlerle beni bir müddet süzdükten sonra dizlerinin üzerine oturtur, daha sonra dediklerini tekrar ettirirdi:
-          Bak Peyami, halanlar geldiğinde uslu duracaksın, anlaşıldı mı?
-         
-          Teyzenlere geçen sene yaptığın eşek şakalarını yapmayacaksın, tamam mı?
-         
-          Fesüpanallah, cevap versene yavrucuğum! Geçen bayram ortalığı birbirine kattın. Hele bu bayram da aynı şeyleri yap, bak nasıl çekiyorum kulaklarını! Anlaşıldı mı?
Babamın bu ısrarı karşısında, biraz da mengeneye alınan kulağımdaki acının son haddine varmasının etkisiyle, kuru bir “tamam” diyebiliyordum ancak.
Fakat bu sözüm tesirini ağzımdan çıktığı anda yitiriyor, babam bulutlu gözlerini benden ayırmayarak, ağızlığına taktığı sigarasını dalgın dalgın üflüyordu.
Daha arife gününden giydiğim bayramlık elbiselerimde o güne dair bir iz, bir leke bırakmak benim için adeta bir zaruret olmuştu.
Annem akşam eve döndüğümde pejmürde halimi görünce çığlığı basıyor, “yine nasıl becerdin? Yine nasıl becerdin?” diyerek dövünüyordu.
Bayram akşamlarını paçavraya dönen kıyafetlerimi adam etmekle geçiren annem, vaziyeti babama çaktırmamak için türlü yollara başvuruyor fakat acı gerçek çok geçmeden açığa çıkıyordu. Artık başına gelecek olan felaketi iyice idrak eden babam bu kabahatim karşısında ulvi sükunetini bozmuyordu.
Bayram sabahları, annem kıyısını köşesini düzelttiği kıyafetlerimi üzerime geçirdikten sonra babamla birlikte beni de camiye uğurluyordu.   
Babam camide çocuklara ayrılan bölümden benim tiz kahkahalarımı duydukça yerin dibine batıyor, adeta benim gülüşlerimi perdelemek için kesik kesik öksürmeye başlıyordu. Arka tarafta saf tutanlardan biri benimle birlikte birkaç arkadaşı dışarıya atarken babamın öksürüğü de nöbete dönüyordu.
Namaz çıkışı babam, utancından usulden cemaatle hızlı hızlı bayramlaştıktan sonra büyük bir sabırla koruduğu sükunetini bozmadan evimizin yolunu tutardı.
Ölüm sessizliğinin Arnavut kaldırımına vuran ayak sesleriyle kesildiği o anlarda içimden hafif de olsa bir pişmanlık rüzgârı esip geçerdi.
Asıl kızılca kıyamet ise misafirler evimize akın ettiğinde kopuyordu. Annem kulağı kirişte her an duyacağı feryadı bekliyordu.
“Koşun, koşun Peyami ağaçtan düşmüş!”
“Yetişin Peyami, kurban bıçağı ile elini kesmiş!”
“Eyvahlar olsun, Peyami odunluğu tutuşturmuş!”
Efendim bu kurban bayramı da benim için işte böyle sessiz sedasız, çocukluk anılarımı yad ederek geçti.
Duygu sömürüsünün tavana vurduğu şeker reklâmlarında olduğu gibi perdenin aralığından boş sokağı beyhude izledim. Ne bir kapımı çalan oldu, ne de halimi hatırımı soran.
Bir umut kahveye indim, orada da yüzüme bakan yok. Meyhaneye gittim, in gelmemiş cin tek kaleye şut çalışıyor, meyhaneci Sadık ise akıp giden hayattan bihaber rakı şişesinde balık olma telaşında.
Efendim bir kere huzursuzluk bir kurt gibi içinizi kemirmeye başlamaya görsün, kendinizi nereye atsanız kâr etmiyor. Cemal Süreya boşuna,  “biliyorsun, ben hangi şehirdeysem / Yalnızlığın başkenti orası”, dememiş.
            Hatta “Ben nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir” demiş ecnebi şairlerden Baudelaire.
            İşte ben de ruhumun derinliklerinden böyle içli bir mısra çekerken kendimi bir anda Bağçeşme’deki mezarlıkta buldum. Rahmetli pederimin üzerinde otlar biten mezarının başına gittim. Gittim de hem içimi döktüm, hem de göz yaşlarımı…
            Bir bayram da böyle geldi, geçti… 

Teknoloji ile Aramdaki Aşılmaz Uçurum

Teknolojiyle aram öteden beri iyi değildir. Yeni çıkan bir aleti kullanmayı öğrenmem seneler alabiliyor. Sözgelimi televizyon bütün kumandalarının aynı tuşuna basıldığında aynı kanalın çıkmadığını anlamam seneler aldı. Laf aramızda ampul takmayı bile geçen sene öğrendim.
            Efendim bunun bir sebebi de çocukluğumda rahmetli pederim ile aramda vuku bulan tatsız bir hadise olsa gerek. Rahmetli pederim her akşam lambalı radyomuzun karşısına geçip ajans haberlerini dinlemeyi adet edinmişti.
            Bir gün evde kimse yokken acaba bu radyonun içinde kim var? Bu sesler nereden geliyor? diye merak ederek radyonun içini açmaya karar verdim. Bendeki bu ilim aşkı demek taa o yıllardan geliyormuş.
            Kapağını kaldırıp orasını burasını söktükten sonra umduğunu bulamayan  bir kaşifin ümitsizliği ile parçaları sağa sola dağıtmaya başladım. Bu sırada enteresan bir parça nazar-ı dikkatimi cezbetti.
            Yuvarlak içi oyulmuş, ağır, siyah bir taş diğerlerinden oldukça farklıydı. Radyonun metal parçaları bu siyah taşa yapışıyorlardı. Bu esrarengiz hadisenin sebebi hikmetini sorgulamak için siyah taşı diğer parçalardan ayırarak evin içindeki metal eşyalara mütemadiyen yapıştırmaya başladım.
            Dede yadigârı tokmaklı saatin üzerine koyduğumda saat o anı ölümsüzleştirmek istermişçesine  bir anda tik-taklarını keserek duruverdi. Adeta bu sihirli taş ile zamanı durdurmuştum.
            Radyonun başına geçip sağsa sola fırlattığım parçaları tekrardan kasanın içine tıktım. Bütün Türk evlatları gibi bir kaç parça arttırmaya muvaffak oldum. Bu lüzumsuz parçaları da öteye beriye fırlattım. Artık radyonun düğmesi açıldığında kimse konuşmuyordu. Işığı yanmaya devam ediyor, düğmesi kapatılsa bile sönmüyordu.
            Radyonun başına geçerek kendi kendime şu sualleri sormaya başladım. Bunun içindeki insanlar nereye gitti? Yoksa görünmez küçük yaratıklar mı bunlar? Öyleyse niye sustular? Sonra tik-takları kesilen tokmaklı duvar saatine döndüm. Acaba zaman niye durdu? diye derin düşünmeye başladım.
            Böylesine derin düşüncelere dalmışken kulağımın çekilmesiyle kendime geldim. Peder bey camiden gelmiş, hayretler içerisinde artık çalışmayan duvar saatine ve parçaları etrafa yayılmış, sesi çoktan kesilmiş ama ışığı yanmaya devam eden lambalı radyoya bakıyordu.
            Hemen sağa şöyle bir izahat verme gereği duydum. “Üzülmeyiniz babacığım radyonun ışığı hâlâ yanıyor. Saate gelince bozuk saat bile günde iki defa doğruyu gösterir.”
            Bu izahatın üzerine kulağımdaki burkulma biraz daha arttı. “Bozuk saat günde iki defa doğruyu gösterebilir ama sen hiçbir zaman göstermeyeceksin anlaşılan” dedi kederli bir ses tonuyla.
            Babamın bu acı sözlerinde önceki gün komşunun kiraz ağaçlarına dalıp midemi bozmamın ve geçen hafta sapan ile aynı komşunun camını indirmemin mühim bir tesiri vardı şüphesiz.  
            Daha sonra annem eskiciden on tane mandal bir küçük leğen almak suretiyle lambalı radyomuzu ve tokmaklı duvar saatimizi elden çıkardı.
            İşte bu talihsiz hadise neticesinde belki çok mühim icatlar yapan bir ilim adamı olacakken makinelerle arama bir daha hiç aşılmayacak bir uçurum girdi. Hele bilgisayar denilen alete ısınmam hiç mümkün olmadı. E-postalara bile bir ilkokul talebesinin gönlünü yapmak suretiyle internet kafede bakabiliyorum.
            Gazete yazılarını kendi el yazım ile kaleme alıyorum. Bu hususta gazeteden, yazınız okunmuyor, imlâsız yazı mı olur? gibi serzenişler alsam da kırk yıllık huyumdan vazgeçemiyorum.
            Efendim teknoloji ile aramda büyük bir uçurum var. Bırakın dizüstü bilgisayarları patronunun dizinin üstünde onun her istediğini yazan kalemler ortaya çıkmışken ben hâlâ el yazısı ile öteden beriden bahsediyorum. Bu hep böyle sürüp gidecek herhalde.