18 Kasım 2011 Cuma

“İnsan gülebildiği kadar insandır”


            Çocukluktan itibaren bize ağırbaşlı olmamız tembihlenmiştir. “Efendi ol”, “adam ol” diyerek kulağımızın kaç defa burkulduğunu hiçbirimiz hatırlamayız. Ufak yaşlardan itibaren böyle bir tedrisattan geçince gülmek istediğinde ister istemez tereddüt yaşıyor insan; acaba yaptığım yadırganacak mı, diye.
            Vedat Günyol, kitabına adını veren denemesi “Güleryüzlü Ciddilik”te bu konuyu ele alıyor: “Oldum olası ciddi insanlardan sakınır, kaçınırım, sakınmış kaçınmışımdır da. Ciddi insanlar derken, düşüncesinde, tutumunda, davranışında, başkalarıyla olan ilişkilerinde ağırbaşlı, güvenilir, gözükapalı inanılır insanlar değil aklımdan geçen. Daha çok, asık suratlı, çatık kaşlı, kafalarının ardında kendi çıkarlarına yönelik binbir hesapla sağını solunu yıldırıp, ürkütüp kendilerine bu yoldan bir saygınlık sağlamaya çalışan, boş kafalı, kof yürekli, bencil insanlardır düşündüğüm” (Vedat Günyol, “Güleryüzlü Ciddilik”)
GÜLMEK KİMLERE MAHSUS?
            Bizde, alabildiğince gülmek sınırlı bir zümreye layık görülmüştür. Onlar, kimseye hesap vermeden dilediklerince gülebilirler. Kim bunlar? Kim olacak, çocuklar ve deliler… Bir bebeği güldürmek için çevresindekilerin yaptığı şirinlikler görülmeye değerdir. Yahu ne yapıyor bu koca adamlar? diye düşündüğünden olacak, bebek bile o bilinciyle gülmekten kendini alamaz.
Delilere gelince, kimseye hesap vermek zorunda olmadıkları için kahkahanın en sunturlusu onlara yakışır.            Zaten öyle adam akıllı gülmeye teşebbüs etmek yadırgatıcı bir durumdur bizde. Maazallah adınız deliye çıkıverir. Ne demişler, kendi kendine gülene ‘deli’ derler! Orhan Veli de bu dertten muzdariptir.
Sokakta giderken, kendi kendime
Gülümsediğimin farkına vardığım zaman           
Beni deli zannedeceklerini düşünüp
Gülümsüyorum.
(Orhan Veli Kanık, “Sokakta Giderken”)
Biraz önce, deliler ve çocuklar dedik ama hafif meşrep kadınları ilave etmeyi unuttuk. Şöyle içten bir kahkaha attığımızda, ciddiyetle çatılan kaşların ardından “gülme lan şöyle böyle karılar” gibi lafını işitmeyenimiz var mıdır?
NİYE SADECE KÖTÜLER KAHKAHA ATABİLİYOR?
Gülme eylemi şeytani bir mana taşır böyle düşünenlere göre… Dikkat ettiyseniz gerçekten de, çizgi filmler dahil olmak üzere bütün filmlerde kötüler ağız dolusu kahkaha atarken, iyiler küçük bir tebessümle yetinmek zorundadır… He-Man’deki İskelet Or’dan tutun da, Yeşilçam’da Erol Taş’tan, Tecavüzcü Coşkun’a; Hollwood’ta Ceyar’dan, Jack Nickholson’a kadar kötü rollerin adamlarının ağzından kahkaha eksik olmaz.
Çocuklar için aşırı kasvetli, aşırı gergin ortamlarda da gülmek çok riskli ve bedeli ağır olan bir rahatlama yoludur. İstiklâl Marşları’nda, saygı duruşlarında gülmemek için dudaklarımızı ısırdığımız dönemler olmadı mı? Teravih namazlarından kaç defa Hacı İsmet tarafından“Şeytan şişiriyor bu veletleri” diyerek katıla katıla gülerek kovulduk…
GÜLÜNÇ DURUMA DÜŞMEK
Birisini aşağılamanın, insan içine çıkılmaz hale getirmenin yolu da onu “gülünç” duruma sokmaktır. Sokakta ayağınız kaysa, düşseniz; düştüğünüze canınızın acıdığına yanmazsınız da, “bana bakıp kaç kişi güldü” diye düşünür, utanırsınız. Her şeyi çok ciddiye aldığımız için gülünç duruma düşmeyi bir türlü gururumuza yediremez, kendimize yakıştıramayız.
Bir sohbet esnasında makaraları koyverdiğimizde kahkahanın sınırlarını biraz aştığımızda içgüdüsel olarak hemen toparlanma gereği duyarız. Bazen çevremizdeki bakışlar da bizi hemen ciddiyete davet eder. Gözünden yaş gelinceye kadar güldükten sonra, “ay çok güldük kesin ağlayacağız” demek vakayı adiyedendir. Böylece gülmenin dozunu biraz kaçıranlar yanlış bir şey mi yapıyorum acaba diyerek kendilerine oto kontrol uygulama lüzumu hissederler. Oysa Moliere’in de dediği gibi “insan gülebildiği kadar insandır.”
CİDDİYETLE ALAY EDEN DİYOJEN
Tarihe bakıldığında, Eski Yunan felsefecilerinin gülmeye yararcı baktıkları görülür, “gülme, insanların daha çok iş üretmesine olanak sağladığı sürece iyidir” denmiştir. MÖ. 412-323 yılları arasında yaşamış olan Diyojen’in çileci felsefesi kahkahanın ipuçlarını da içinde barındırır. Toplumsal değerlerin bir bir ipliğini pazara çıkaran Diyojen; ağırbaşlı, ciddi geçinenlerle eğlenmeyi sanat haline getirmiştir. Bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir. Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa: “Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem”, der. Diyojen, kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir: “Ben çekilirim!”
Eski Yunan’dan biraz daha ileriye gidip Stoa Okulu’nda duralım. Kleanthes’in çözemezi Khrysippos için o olmasa Stoacılık olmaz denir. Khrysippos bir gün şarap içmiş, başı dönmüş, beş gün sonra da ölmüş. Felsefe tarihçilerinin bazıları onun gülmekten çatlayıp öldüğünü bildirirler. Rivayete göre, filozof bir gün incir yiyen bir eşek görmüş, eşeğin sahibine, “sen bu eşeğe şarap ver içsin” demiş, der demez öyle bir kahkaha atmış ki oracıkta canı çıkıvermiş.
DİNLERE GÖRE GÜLMEK CAİZ DEĞİL
Bütün dinler ağız birliği etmişçesine gülmeyi yasaklama konusunda birleşmiştir. Gülmek tamamen yasak değildir elbette. Yerinde, ölçüsünde ve kıvamında olmalıdır. Tek tanrılı dinler fazlaca gülmeyi yoldan çıkmak olarak değerlendirmişlerdir.
Ortaçağ’da gülmek dinen caiz değildir. İlk Hıristiyan yazarlar gülmeye kötü gözle bakmışlardır. Kilisenin gülmeye karşı olan tutumunu “hikmetli adamın yüreği yas içindedir, fakat akılsızların yüreği sevinç içindedir. Sevinç tanrıyı unutturur” ile açıklamışlardır. Elizabeth döneminde ise gülmenin yasaklanması kanunlar çerçevesinde oldu ve gülme yasadışı ilan edildi. Bu konuda başarıya ulaşılması için de kilise ile işbirliğine gidildi. Ruhban sınıfına karşı yapılan espriler ve alay ağır şekilde cezalandırıldı. (Abidin Parıltı, www.gundem-online.net)
KAHKAHA EN ETKİLİ PROTESTODUR!
Gülmek kurulu düzene karşı çıkmaktır bir bakıma. Kahkaha en etkili protesto biçimidir. Hindistan'ın güneybatısındaki Karnataka'dan 50 000 yerli çiftçi bir günlerini hükümet dairelerinin önünde gülerek, kahkaha atarak geçiriyorlar. Bu olayı izleyen hafta içinde de hükümet çöküyor!.. Gülme biçiminin barındırdığı direniş ve başkaldırı gücü her türden hiyerarşileri yıkabiliyor… (bianet.org)
Geçtiğimiz yıl  Öğrenci Gençlik Sendikası Genç-Sen üyesi öğrenciler, Yunanistan’daki eylemlere destek olmak amacıyla Yunanistan konsolosluğuna yürümüş, taştan ürken polislere kahkahalar eşliğinde kağıttan uçaklar atmıştı.
Meksiko'da 1999 yılında 'Zapatista Hava Kuvvetleri' yüzlerce kağıt uçağı Amador Hernandez'deki bir askeri kaledeki birliklerin üzerine indiriyor. Her uçağın üzerinde şu mesaj yazıyor: “Askerler, yoksulluğun hayatlarınızı ve ruhlarını satmak zorunda bıraktığını biliyoruz. Milyonlarca insan gibi ben de yoksulum. Ama siz daha da berbatsınız, çünkü sömürücümüzü, başkan Zedillo ve onun para çuvallarını koruyorsunuz.”
MİZAHTAN KORKAN SİYASETÇİLER
Bizim de, Nasreddin Hoca'dan, İncili Çavuş'a, Bekri Mustafa'dan, Bektaşi'ye güçlü bir gülmece yazınımız mevcuttur. Dikkat edilirse, sayılanların hepsinin kurulu düzenle, egemenlerle, iş bitiricilerle, adamsendecilerle, neme lazımcılarla, benden atlasın kimde patlarsa patlasıncılarla, sen mi kurtaracaksın bu dünyayı diyenlerle sorunu vardır.
Egemenler güldüren adamlardan korktuğu kadar kimseden korkmaz. Charlie Chaplin nam-ı diğer Şarlo’nun başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi öykülerinde, yazılarında gülmeceye yer veren nice yazar boşu boşuna yıllarca hapis yatmadı.
Halkını gülmekten mahrum bırakanlar mizahı da hoşgörüyle karşılamazlar. Son yıllarda Erdoğan’ın karikatürcüler ve köşe yazarlarını dava etmek suretiyle elde ettiği servet bunu ispatlar nitelikte.
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir

(Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri”) 

25 Ağustos 2011 Perşembe

“Kolbasti oynamaktan ayaklarimda derman kalmadu!”

-Merhaba, Trabzon Futbol Federasyonu’nun kararını nasıl değerlendiriyorsunuz? Pardon, Türkiye Futbol Federasyonu’nun…
- Olur olur, dil sürçmesi oluyor. Allah söylettu diyelum. Valla kararı buyuk bir çoşkuyla karşıladuk. Nihayet adalet yerini buldu ‘da’! 27 yıl sonunda şampiyonluğa bu kadar yaklaşmuşken emeklerimizin boşa gitmesine seyirci kalamazduk.
- Efendim seyirci kalamazdık dediniz de, Şenol Güneş ligin ilk yarısı tamamlandığında kulübün dergisine, “Sadece saha içinde değil, saha dışında da uğraşacak gücümüz var” demişti. Şenol Hoca’nın dedikleri gerçek mi oldu?
- Evet evet. Hayaldu gercek oldu. Efendim bize her yer Trabzon… Bakiniz, Tahkim Kurulu’nun yedi üyesinin birisi hariç hepisi bizden… Böylece ne oluyor?
- Ne oluyor efendim?
- 6’nın yanına 1’i koy, ne olur? 61! Gordün mü? İşte buna ilahi adalet denur?
- Efendim unutuldu gitti ama Wikileaks belgelerinde Trabzonspor’un örtülü ödenekten para aldığı iddia ediliyordu. Ne diyorsunuz bu hususta?
- Bak kendin söylüyorsun, “iddia ediliyor.”
- Peki Fenerbahçe ile ilgili kararlar bir iddia üzerinden verilmedi mi? Sonuçta ortada ne iddianame var ne de mahkeme kararı… Avukatlara bile gizlilik kararı nedeniyle belgeler gösterilmiyor.
- Bak şimdi orada turacaksun. Biz tam 27 senudur pekliyoruz. Ateş olmayan yerden tuman çıkmaz. Basında çarşaf çarşaf çıktı ‘da’. Yalan mı yani hepisu? Haçan bizim Taka gazetesu pehlivan tefrikasu gibi yayinliyor bu rezillikleri…
- Trabzonsporlu yöneticiler de aynı soruşturma kapsamında yargılanıyor. Bu konuda ne diyeceksiniz? Hani UEFA bu konuda sıfır tolerans gösterecekti?
- Olabilir. Ama yumurta hırsızlığı yapmak var, banka soygunu yapmak var. Bizimçi suç bile değil. Kabahatçik. Bir iki telefon görüşmesini yanlış yönlere çekmişler.
- Yani mahkemenin kararına gerek yok mu diyorsunuz?
- Ya ne gerek var ‘da’? Ciğerumuz yaneyru diyum saaa. Bak kizinca dilum hemen degisiyur. 27 yıldır bekliyoruz diyoruz. Hatırlıyorum da en son şampiyon olduğumuzda ben 28 yaşinda, pıçkın bir telikanli idum. Ah taha dünmüş gibi aklimda.
- Peki soruşturması devam eden ve Şampiyonlar Ligi ön elemesinde elenen takımınız tarihinde ilk defa Şampiyonlar Ligi’ne katılıyor, üstelik şampiyon olmadan, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- Bize her yer Trabzon… Çıkacağuz orada da aslanlar gibi mucadele edeceğuz. Şikeciler kaldu, hak yerinu buldu. Hayriyeten son gülen iyi güler.  
- TFF, soruşturma bitine kadar Fenerbahçe’nin Süper Lig’de mücadele etmesinde bir sakınca olmadığını belirtti. Bir hafta sonra da Şampiyonlar Ligi’ne katılamaz dedi. Bu konuda ne diyeceksiniz.
- Ya bizim uşaklar olaya biraz kara mizah katmak istediler, o kadar.  
- TFF şike şaibesi nedeniyle Şampiyonlar Ligi’ne göndermediği takımını kendi liginde nasıl mücadele ettiriyor?
- Bunu onlara sor ‘da’. Biz adalet yerinu buldu diye kolbasti oynayruz. Biz Trabzon çocuğuz. Vatanımıza milletimize gönülden bağlıyuz. Bakınız, Ünal Karaman ecnebi futbolculara bile Türklük aşkınu Allah’a şükür aşuladı. Biz bir İstanbul deplasmanına gidiyoruz. Deplasman lafın gelişi tabi. Bize her yer Trabzon… Baktuk, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş’ın bi takim taraftar gruplari kol kola girmuşler, direniş yapan UPS işçilerine testek yürüyüşü yapıyurlar. İşte size vatan hainliği… Peki biz ne yaptuk?
- Ne yaptınız efendim?
- Aynı hafta, İstanbul’da Fettullah Gülen aleyhine miting yapan ÖDP’li gençlere saldırduk. Biz bu konuda çok hassasuz.
- Gerçekten şampiyonluğu hak ettiğinizi düşünüyor musunuz? Örneğin birçok Anadolu maçında takımların size karşı canla başla mücadele etmediğini gördük. Hatta bazı takımların futbolcularının Trabzon’un şampiyonluğu için oynadık, dediklerine şahit olduk. Galatasaray, Gençlerbirliği, Bursaspor, Bucaspor, Karabükspor maçları ilk akla gelenler…
- Say say daha yok mu? Anadolu’da bizim uşakların sevilmesi kabahat mi oldu şimdu? Demek ki, Fenerbahçe’ye de alerjisi varmış milletun.
- Şimdi gönlünüz rahat mı?
- Rahat ne demek! Uçuyoruz ‘da’! Kolbasti oynamaktan ayaklarımda derman kalmadu! Yaşasın adalet! Yaşasın değerlu devlet püyüklerimuz! Yaşasun UEFA Şampiyonlar Ligi! Uyy! 





24 Ağustos 2011 Çarşamba

TFF’nin Kararı, Temizligçiler ve Trabzonspor’un “Şanlı” İkinciliği



2010-2011 sezonu, ikinci yarısı dişe diş geçen bir mücadelenin ardından, puan puana bitti ve  Fenerbahçe averajla şampiyonluk ipini göğüsledi…
Fenerbahçe şampiyonluk coşkusunu 12 Haziran 2011 seçimleri sonuçlanana kadar yaşayabildi. Çünkü seçimlerin ardından “Futbolda Şike Soruşturması” kapsamında tutuklamalar gelmeye başladı… Fenerbahçeli, Beşiktaşlı, Sivassporlu, Eskişehirsporlu, Trabzonsporlu yöneticiler (ve bazı futbolcular) peş peşe gözaltına alındı. (Bazıları tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı)
Gündem şike operasyonu ile meşgulken henüz iddianamesi hazırlanmayan, mahkeme kararı olmayan bir soruşturmada UEFA’nın telkiniyle (söylenti böyle) TFF Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’ne katılamayacağını açıkladı.
Bu açıklamanın ardından, başta özellikle yıllardır Avrupa’da kendisine yer bulamayan ve son on yıldır Fenerbahçe karşısında büyük bir hezimete uğrayan Galatasaray taraftarı, ardından Fenerbahçe’ye şampiyonluğu son maçta kaptıran Trabzonspor taraftarı adeta sevine boğuldu. Ergenekon ve Balyoz gibi soruşturmalarda “ortada iddianame yok”, “mahkeme kararı yok”, “basın yargısız infaz yapıyor”, “soruşturma sulandırıldı” diye feveran edenler şimdi TFF’nin verdiği kararı sevinç içerisinde karşılıyordu. Bu sırada masumiyet karinesi, adil yargılanma hakkı, suçta ve cezada yasallık ilkesi yok sayılıyormuş ne gam!
Soruşturmada “hissiyatıyla” hareket eden taraftar şu izlenimi uyandırmaya çalışıyor, “Fenerbahçe taraftarı ne olursa olsun takımlarının küme düşürülmesini istemiyor.” Oysa eğer yargının bu konuda ilgili hükümlere dayanarak vereceği bir mahkeme kararı olsa buna temyiz başvurusu dışında kimsenin itiraz edemeyeceği açık…
Fenerbahçe taraftarını asıl hayrete düşüren ise, kendi yöneticilerinin de bu çerçevede yargılanmasına rağmen büyük bir pişkinlikle Türkiye futbolunun Fenerbahçe ligden düşürülünce kurtulacağına dair kamuoyu oluşturan güruhun akıllara ziyan çırpınışı…  
CEVAPLANMAYI BEKLEYEN SORULAR
TFF’nin kura çekimine bir gün kala verdiği bu kararın ardından şu sorular cevaplanmayı bekliyor:
Federasyon Fenerbahçe'yi Şampiyonlar Ligi'nden men etmek için son ana kadar neden bekledi Karar tahkime gitse de iş işten geçsin diye mi?
Federasyon dokuz gün önce verdiği kararın tam aksini vererek kendisiyle çelişmedi mi? Bu durumda şike Avrupa ölçeğinde var, Türkiye’de yok mu? TFF şike şaibesi nedeniyle Şampiyonlar Ligi’ne göndermediği takımını kendi liginde nasıl mücadele ettiriyor?
Hakkında şike soruşturması bulunan ve yerel mahkeme tarafından ceza alan Porto Şampiyonlar Ligi’nde yer alırken, savunmasını dahi yapmamış Fenerbahçe neden Şampiyonlar Ligi’nden men ediliyor?
TFF madem Fenerbahçe'yi men edecekti neden bunu daha önce yapmadı? Neden Trabzonspor'u en başta Şampiyonlar Ligi'ne göndermedi?
Öte yandan haklarındaki soruşturmalar devam eden Trabzonspor ve Beşiktaş neden Avrupa’daki maçlarına devam ediyor? Sonuç olarak hiçbirinin hakkında kesinleşen bir yargı kararı yok. Bırakın yargı kararını daha ortada iddianame bile yok.
TFF, neden UEFA’nın soruşturma açmasını ve Fenerbahçe’nin Türkiye medyası, siyasi aktörleri ve çeşitli lobilerin etkili olamayacağı bir yargılama düzeninde kendisini savunma hakkını engelliyor? 
*
Eskiler, “hafızayı beşer nisyan ile maluldür” demişler… Geçen sezonunun özellikle ikinci yarısına ilişkin şöyle bir hafıza tazeleyerek Trabzonspor’un nasıl ikinci olduğunu hep birlikte hatırlayalım… (Galatasaray ve Beşiktaş geçen sezon şampiyonluk yarışında dişe dokunur bir performans sergilemedikleri için bu takımların maçlarına yer verilmeyecektir.)
REKABET NASIL BAŞLADI?
            Bu sezon iki takım arasındaki rekabetin söze dökülmesi, ligin ilk yarısının tamamlanmasının ardından Aykut Kocaman’ın yaptığı açıklamalarla oldu: “Benim kişiliğimi karakterimi herkes bilir. Başkalarının başarı ya da başarısızlığına kılıf aramam. Sorunu kendimde ararım. Ama bazı şeylerin de gündemde olması, konuşulması gerek. Bakıyorum kimse gündeme getirmiyor. Trabzonspor takımının aldığı başarıları, Şenol Hoca’nın elde ettiği başarıyı yadsımak yanlış olur. Bir teknik adam olarak alkışlamak durumundayız. Ancak kimse yanlış anlamasın ama Trabzonspor son 3 haftada kritik maçlar oynadı. Bu 3 maça bakmak lazım. Gaziantepspor, Bucaspor, İstanbul Büyükşehir Belediyespor... 3 maç 3 penaltı. Bu penaltılar Trabzonspor’a kasten, isteyerek verildi, demiyorum. Fakat kimse bunları incelemiyor.” (http://spor.milliyet.com.tr/-o-uc-penalti-irdelenmeli-/spor/spordetay/17.12.2010/1327523/default.htm)
            Şenol Güneş, Aykut Kocaman’a bu açıklamalarından dolayı ateş püskürdü. Her fırsatta da bu açıklamaya atıfta bulunarak futbolun saha dışına çekilmeye çalışıldığına vurgu yaptı: “bu Aykut'un değil genel bir anlayıştır ama doğaldır. Önde giden takımın saha içinde değil saha dışında geri çekme anlayışıdır. Biz futbol olarak rakiplere karşı iyiyiz ve bunu da sürdürmek istiyoruz” sözleri geldi. (http://www.cnnturk.com/2010/spor/futbol/12/18/aykutun.degil.turkiyenin.anlayisi/599884.0/index.html)
ÜÇ PENALTIYI HATIRLAYALIM
            Peki ne olmuştu bu haftalarda?
            14. hafta, Gaziantepspor – Trabzonspor, maç 1-1 devam ederken, Trabzonspor 40. dakikada Burak ile penaltı kazanıyor. (Pozisyonunun görüntüleri lig tv’nin internet adresinde yok!) Ve Trabzon bu pozisyondan sonra maçı 3-1 ile koparmayı başarıyor.
15. hafta, Trabzonspor-Bucaspor… Trabzonspor 6. dakikada Umut Bulut’un golüyle öne geçiyor. Maçın hakemi Cüneyt Çakır! Trabzon’a karşı korokor bir mücadele sergileyen Bucaspor’un gardı 77. dakikada düşüyor. Colman’ın ceza sahası içine çıkardığı pasla buluşan Engin kendini yere atıyor ve Cüneyt Çakır tereddüt etmeden penaltı noktasını gösteriyor.
            16. hafta, İstanbul Büyükşehir – Trabzonspor… Trabzonspor maçın başında öne geçiyor… Bucaspor gibi Belediyespor da bu dakikaya kadar gayet güzel bir oyun çıkartıyor. Ceza sahasına kesilen topa kafayla yükselen Umut penaltıyı göstermese de, hakem Bülent Yıldırım, evlere şenlik pozisyona penaltı çalıyor. Belki de, 2010-2011 sezonunun en komik penaltısı da bu pozisyon oluyor. Çünkü kafaya yükselen Umut’a temas eden herhangi bir futbolcu yok.
“SAHA DIŞINDA DA UĞRAŞACAK GÜCÜMÜZ VAR”
Ve ligin ilk yarısının tamamlanmasının ardından, Şenol Güneş kulüp dergisinde şu satırları kaleme alıyor: “Biz ligin ikinci yarısı öncesinde elde ettiğimiz avantaja güvenerek yola çıkmadık. Kendimize güvendik. Olumlu yönleri fazla bir takım olarak artılarımızı kenara atamayız. Sadece saha içinde değil, saha dışında da uğraşacak gücümüz var. Ama biz saha içinde kalmak istiyoruz. Pozitif düşünceye sahibiz.” (http://www.sabah.com.tr/SabahSpor/Spor/2011/02/15/saha_disindakilerle_de_ugrasacak_gucumuz_var)
İşte ligin ikinci yarısı bu gerilimli atmosfer ile başlıyordu… Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı, Trabzonspor daha ilk maçta, kendi sahasında ve seyircisinin önünde Ankaragücü ile 1-1 berabere kaldı…
19. haftada, Trabzonspor, Fenerbahçe’ye konuk oluyordu… Lugano ve Niang’ın golleriyle maçı 23. dakikada koparan Fenerbahçe puan farkını iki haftada 5’e indiriyordu…
ANADOLU KARDEŞLİĞİ TÜRKÜLERİ YAKILMAYA BAŞLANIYOR
20. hafta, bu sefer de Antalyaspor’la kendi sahasında 0-0 berabere kalıyordu Trabzonspor… Puan farkı, birdenbire 2’ye inince, iyice panikleyen Trabzonspor camiasında Anadolu kardeşliği türküleri de yakılmaya başlanmıştı.
Trabzonspor, ligin ikinci yarısındaki ilk galibiyetini 21. haftada Sivas deplasmanında aldı… 85. dakikaya kadar 2-2 devam eden maçta, Burak Yılmaz tek topta kaleciyle karşı karşıya kalıyor ve takımına altın değerinde üç puanı kazandırıyordu…
Bu maçın bir kopyası da Manisa’da yaşandı… 86. dakikaya kadar 1-1 devam eden maçta, Alanzinho orta sahadan aldığı topu 18’in dışına kadar taşıyor, sert şutu filelerle buluşturuyordu.
23. haftada, Trabzonspor yine kendi sahasında bu sefer Kayserispor ile berabere kalıyordu. Maçı beraberliğe getiren golü 88.dakikada kafa vuruşu ile Gulowacki kaydediyordu. Sivas’ta 86’da, Manisa’da 85’de gelen goller üç puanı getirirken, bu sefer 88’de gelen bir puanı getirmişti…
İki hafta önce Kayserispor’a Fenerbahçe’den giden Volkan Babacan’ın yediği gole ilişkin olarak Sadri Şener şu ifadeleri kullanıyordu: “Dün akşam oynanan Fenerbahçe -Kayserispor maçında Fenerbahçe'yi tebrik etmek lazım ama Kayserispor kalecisini de tebrik etmek lazım. Vurgulu cümlelerle söylemek doğru olur diye düşünüyorum, çok muazzam bir kaleciydi” ( http://www.haberciniz.biz/sadri-sener-volkan-babacani-tebrik-ediyorum-976516h.htm) İlahi adalet; Trabzonspor Kayserispor maçında da, daha ikinci dakikada Süleymanu’nun verdiği hatalı pasla buluşan Jaja maçı 1-0 taşıyordu. Fakat Sadri Şener nedense bu pozisyona ilişkin olarak maçın sonunda bir açıklama yapmamayı tercih etti.
HAKEMİN KAFASI YARILDI
SAHA EN ÇOK TRABZONLUNUN YAŞADIĞI İZMİT’E TAŞINDI
Maçın hakemi Yunus Yıldırım’a tepki gösteren Trabzonspor seyircisi sahaya yabancı maddeler atıyor, bunlardan birisi de hakemin kafasını yarıyordu. Fakat Federasyon bu olay nedeniyle Trabzonspor’a seyircisiz maç oynama cezası vermek yerine, Trabzonspor’un maçını belki de Türkiye’de en çok Trabzonsporlunun yaşadığı İzmit İsmetpaşa Stadına veriyordu. Ne ilginç tesadüftür ki, bundan birkaç hafta sonra Galatasaray’a Arena’da atılan bir madde nedeniyle saha kapatma cezası verilecek ve takdir-i ilahiye bakınız bu maç Galatasaray-Trabzonspor maçına denk gelecekti…
Bundan bir hafta sonra da Burak Yılmaz, 88. dakikada Trabzon’u Beşiktaş karşısında 2-1 öne geçirecekti. Bu maçta, Trabzonspor’un bir penaltısı verilmemişti. Buna sinirlenen, beyefendiliği ile tanınan Şenol Güneş ağzına ne gelirse söylüyor, bunun üzerine maçı tribünden izlemek zorunda kalıyordu.
Beşiktaş maçına ilişkin asıl önemli husus ise, Beşiktaş kulübünün maç sonrasında, TFF, Trabzonspor ile oynadığımız maçı berabere bitirmek için hakeme talimat verdi ama sonuç Trabzonspor'un galibiyeti ile bitti. Yani biz oyunu bozduk, mealinde açıklamalarda bulunmasıydı…
Ligin 25. haftasını, Trabzonspor İzmit’te tribünleri tıklım tıklım dolduran seyircisinin de rüzgârını arkasına almasına rağmen Kasımpaşa’yı çok kötü bir futbolun sonunda 1-0 zar zor yenebiliyordu.
“SAHAYA TRABZONSPOR İÇİN ÇIKACAĞIZ”
            26. haftada Trabzonspor Gençlerbirliği’nin konuğu idi… İki hafta önce oynanan ve kar altında Fenerbahçe’nin 4-2 kazandığı maç öncesinde Serkan Çalık, Aykut ve Hurşut bu maçı Trabzonspor oynayacaklarını dünya aleme duyuruyorlardı. (http://www.ihlassondakika.com/haberdetay.php?id=361317)
            Trabzonspor Gençlerbirliği’ni de yine son saniyede Alanzinho’nun attığı gol ile geçiyordu. Bu gole ilişkin enstantanede1 de görüldüğü üzere, 7 tane Gençlerli oyuncu adeta elleri cebinde golün gelmesini bekliyor. Oyuncuların en önünde de Hurşut adeta Trabzon gol atsın diye çırpınıyor… Bu maçın devre arasına Gençler’in 1-0 önde girmesine içerleyen Burak Yılmaz soyunma odasının önünden geçerken kapıya vurarak, “Şampiyon mu olacaksınız ulan! Satılmış köpekler!” diye bağırıyordu. (http://www.haberpan.com/haber/burak-yilmaz-sampiyon-mu-olacaksiniz-ulan-4fu)
            27. hafta, çok kritik bir haftaydı, Çünkü seri galibiyetlerini sürdüren Fenerbahçe, 11 kişi ile defans yapan Bursaspor engelini aşamamış, maç 0-0 berabere bitmişti. Bir önceki yıl, Trabzonspor’un Fenerbahçe ile berabere kalmasıyla şampiyonluğunu son anda ilan eden Bursaspor, Trabzonspor’a karşı vefa borcunu ödemek için canını dişine takarak mücadele etmiş, işine hiç yaramayacak olan 1 puanı koparmayı başarmış, fakat şampiyonluk yarışından uzaklaşmıştı. Bu maçın 45. dakikasında, ceza sahasına giren Semih, Bursasporlu Serdar Aziz tarafından boğazından sıkılarak yere indiriliyor,2 maçın hakemi Kuddisi Müftüoğlu pozisyonu es geçiyordu. Pozisyonun içinde yer alan Serdar Aziz daha sonra bu pozisyonun penaltı olduğunu şu cümlelerle itiraf ediyordu: “Yüzde 100 penaltıydı ama nasıl söyleyeyim. Allah'tan düdük çalmadı.” (http://takvim.com.tr/Fenerbahce/2011/04/04/serdar-azizin-penalti-itirafi)  Bu sırada, Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı’na gelen ve şampiyonluktan kopan Bursasporlu taraftarlar “şampiyon Trabzon” tezahüratı ile yeri göğü inletiyordu.
            28. hafta, seyircisiz oynanan maçta, Trabzonspor Galatasaray’ın konuğuydu… Maç karşılıklı ataklarla ortada geçerken, Fenerbahçe’den Galatasaray’a transfer olan, iki hafta önce Fenerbahçe’ye attığı gol, yedikleri iki golün ardından bir işe yaramayan ve Aykut Kocaman’ın yaptığı hareketle hafızalara kazınan Kazım Kazım, maçın 75. dakikasında kırmızı kart görerek takımını yalnız bırakıyordu. Son dakikaların uğuru bu maçta da tutuyor, Burak Yılmaz 81. dakikada golü atıyor, çekirge bir kere daha zıplıyordu.
İVANKOV DIŞARI GOL İÇERİ
            29. haftada, Trabzonspor’un konuğu Bursaspor idi… İki hafta önce Fenerbahçe karşısında 11 kişi ile defans yapan Bursaspor bu sefer bal yapmayan arı misali çok adamla ileriye çıkıyor ama bir türlü aradığı pozisyonları bulamıyordu!  
            Maçın 42. dakikasında sakatlanan Bursaspor kalecisi İvankov (ertesi hafta sakatlığından eser kalmayacaktır) yerini tecrübesiz kaleci Yavuz’a bırakıyordu. Ve bu değişikliğin ardından iki dakika geçmeden Burak Yılmaz golü Bursaspor ağlarına gönderiyordu. Maçın bundan sonrasının kısaca özeti ise al gülüm, ver gülümdür…
            Aynı hafta Fenerbahçe ise ölüp ölüp dirildiği Gaziantep karşısında 90+4’te bulduğu golle adeta küllerinden doğuyordu. Bu maçın daha 45. saniyesinde Alex’e yapılan penaltıyı es geçen hakem Hüseyin Göçek daha sonra Niang’ın ceza sahası içinde yere indirilmesini de Niang’a sarı kart vererek geçiştiriyordu. Bu maçta Hürriyet Alex’in kafasını yarıyor ve Alex’e saha dışında dikiş atılıyordu. Bu arada, hakem vermediği penaltıların diyeti olarak Lugano’nun kırmızı kartını es geçiyordu.
            Ligin 30. haftasında, Eskişehir deplasmanına giden Trabzonspor bu sefer, Anadolu kardeşliğinden yararlanamıyor ve 0-0 beraberlik neticesinde aldığı bir puan ile averajla Fenerbahçe’nin gerisine düşüyordu.
Fenerbahçe ise 3-1 yenik düştüğü Bucaspor karşısında, ligden düşmelerine değil de kafayı Trabzon’un şampiyonluğuna takan ve “şampiyon Trabzonspor” diye bağıran Bucaspor’luları birbiri ardına attığı 4 golle adeta susturuyordu.
“3-0 kazandık. Bir golü çıkar 2-0 olur”
            Ligin 31. haftasında Trabzonspor’un konuğu Gaziantepspor maçın hakemi ise Cüneyt Çakır’dı… Çakır, daha maçın 22. dakikasında bir metre dışarıda olan pozisyonda penaltı düdüğünü çalıyor, Gaziantepspor’u da 10 kişi bırakıyordu. Trabzonspor Başkanı Sadri Şener, penaltı pozisyonunu soran muhabire “Herhalde sen maçı izlemedin, 3-0 kazandık. Bir golü çıkar
2-0 olur” diyordu. (http://www.aksam.com.tr/o-da-fenerli-oldu-2103y.html) Oysa aynı Sadri Şener, 5-3 biten Bucaspor maçının ardından ve 6-0 biten Ankaragücü maçlarının ardından penaltı pozisyonları için ortalığı birbirine katıyordu… Fakat ona hiç kimse, penaltıyı çıkar 5-4 olur, penaltıyı çıkar 3-0 olur demedi.
            32. haftada, Trabzon ligden düşmesi artık %99 olan, Bucaspor karşısına çıkıyordu. Maç 87. dakikada 1-1’e geldi… Fakat santranın ardından, Avea reklâmında halı sahada, topa hiç girmeyen arkadaşlarını tek tek geçip kaleciye ters köşeye yatıran reklâm yıldızının attığı gol misali bir gol atıyordu Umut Bulut… Bucaspor’lu futbolcular Umut’u seyrediyor, o da topu elini kolunu sallaya sallaya sürüyordu…
            Aynı hafta, 3 puanı Lugano’nun golüyle bulan Fenerbahçe, Karabükspor karşısında bir hayli zorlanıyordu. Karabük seyircisi 61. dakikada Trabzonspor lehine tezahüratta bulunuyor, Karabük’ün Trabzonlu yedek oyuncusu sinirden sahaya ayakkabısını fırlatıyordu. Maçın 90. dakikasında Karabükspor kalecisinin korner atışına gelmesi de oldukça ilgi çekiciydi. Bu gayretiyle dikkat çeken kaleci Tomic, iki hafta sonra Trabzonspor’dan 4 gol yiyecekti… Fenerbahçe maçı öncesinde, canlı yayınlardan eksik olmayan Karabükspor teknik direktörü Yücel İldiz, Trabzonspor maçı öncesinde takımın başında bile bulunmayarak, Avrupa’da oyuncu bakmaya gidecekti…
            33. haftada, Trabzonspor, kupa yorgunu Belediyespor’u 3-1 geçiyordu.
BU NASIL MATEMATİK?
            Son haftaya girilirken, Trabzonlu yöneticilerin bu seferki iddiası Sivas’ta Fenerbahçe’ye hukuk dışı bir şekilde % 5’i aşan kontenjan ayrılmasıydı… Oysa daha iki hafta önce Bucaspor karşısında ve ligin ilk yarısında İstanbul Büyükşehir Belediyespor karşısında tribünlerin neredeyse Trabzonsporlu seyirciler tarafından doldurulmuştu. Trabzonspor 50 bin kişiyle doldurduğu stadyumda eğer % 5’lik yer kaplıyorsa, stadyumun toplam koltuk sayısı 1 milyon muydu?
            İşte Trabzonspor’u şanlı ikinciliğe taşıyan ikinci yarının özeti budur… Trabzonspor ligin ikinci yarısında oynadığı maçların neredeyse tamamında son dakika golüyle puan koparabildi, bunlarda da son maçı saymazsak kırmızı kart ile 10 kişi kalan Antep ve kupa yorgunu Büyükşehir maçları hariç hiçbir maçı iki farkla kazanamadı.
Bütün bu olayları üst üste koyduğumuzda, diyebiliriz ki, Fenerbahçe bu yıl düzeyli bir rakiple yarışmamanın sancısını çok çekti… 27 yılın sonunda özlediği şampiyonluğa kavuşmak için amaca giden her yol mubahtır yaklaşımını sergileyen Trabzonspor yönetimi acaba bu olayları serinkanlılıkla tartıp bir özeleştiri yapabilecek midir?




18 Ağustos 2011 Perşembe

Peyami Çokbilir Bodrum'da: TATİL YOLCULUĞUNA NASIL ÇIKTIM?




Merhaba değerli okurlarım, malumunuz yaz ayları geldi de geçiyor bile bendeniz de yorucu bir yılın ardından bir tatil yapayım dedim. Biliyorsunuz ki ilmi çalışmalar bünyeyi layıkıyla yoruyor efendim. Bu sebepten ötürü rahmetli pederimden intikal eden paranın banka faiziyle bir istirahat buyurayım, cemiyet hayatından biraz uzaklaşayım dedim. Takdir edersiniz ki dost ahbap çevrem benim onlardan ayrılmama içerleyerek, sitem etmeye başladılar. Aman Peyami Beyciğim sizin gibilerin tatil neyine? Biz sonra kimin fikirlerinden istifade edeceğiz. Lütfen bizi değerli düşüncelerinizden mahrum bırakmayınız diyerek adeta peşimde pervane oldular.
Efendim beni bırakmak istemeyen çevreme bilhassa meyhaneye kabaran borcumdan dolayı bırakıp kaçmamdan korkan meyhaneciye, benim gibi ilmi çalışmalara hayatını vakfetmiş nadide kişiliklerin de bir çiçek gibi nefes almaya ihtiyacı olduğunu lisanı münasiple anlattım. Ancak bu sözlerimle bizim meyhanecinin yeisini ve endişesini dağıtmaya muvaffak olamadım.
Gözlerini gözlerime dikip: “bana bak hoca ne dediğinden bir kelime bile anlamış değilim. Bırak bu lakırdıyı da sen şu senedi imzala bakalım! Yoksa senin şu mekandan gitmene en çok ben sevineceğim, borcunu ver yeter ki ondan sonra ben şurada zil takıp oynarım” dedi.
Efendim ayak takımının bu türden serzenişlerine ezelden beridir alışkın olduğum için hiç kılımı kıpırdatmadım. Yalnız meyhanecinin omzuna ellerimi koyup, “değerli kardeşim merhamet, insanlığımızın âlemde şahidi olan ve kalp yolu ile bizi Allah’a yakınlaştıran ilâhi cevherdir. İnsandan başka varlık merhamet taşımıyor. Eğer sende onun bir parçası olsaydı, karşında bulunan şu münevver insanı böyle hüzünlere gark etmezdin. Rica ederim borcumu tatilden geldiğimde düşünelim. Bir hal çaresine bakarız, selametle” dedikten sonra meyhanedeki arkadaşların yaşlı gözleri arasında oradan ayrıldım. Zaten laf aramızda hem hükümetimize yakınlık göster hem de meyhaneden çıkma, bu hususta da epey tenkitler almaya başlamıştım.
Tatil için nereye gideceğime karar vermem bir türlü mümkün olmadı. Matbuatımızdaki tatil ilavelerini evirdim çevirdim, gözlüğümün altından fiyatlarına baktım, bir türlü bir yer seçmeye muktedir olamadım. Uzatmayalım; şehrimizin güzide otobüs firmalarından birinde kendimi buluverdim. Efendim otobüs yolculuklarından ezelden beri hazzetmem. Her ne hikmetse benim hoşsohbetime dayanamayan bir yolcu ya yerini değiştirmek ister ya da sözlerimin en anlamlı yerinde uyuyakalır. Bu vesileyle biletimi kesen hanım kızımıza biletin bana ait olmadığını, bir “bayan”a aldığımı söyledim. Efendim hemen aklınıza yanlış bir düşünce gelmesin. Elbette bendeniz de haremlik ve selamlık hususunda son derece muhafazakarımdır. Lakin mevzu tatil olunca bir değişiklik olsun istedim. Belki bir hanım benim değerli görüşlerimden istifade etmek ister, seyahati bir eziyet olmaktan çıkar diye düşünerek yanıma oturacak şanslı hanımı beklemeye başladım.
Efendim çok geçmeden gözleri hayretle açılmış bir hanım yanıma kadar gelerek, biletini kontrol etmeye başladı. Doğru yer olduğuna bir türlü kanaat getiremedi. Gidip muavininle hararetli hararetli bir tartışmaya daldı. İngiliz lordları gibi uygunsuz bir kıyafet giymiş olan muavin yanıma gelerek biletimi kontrol etti. Daha sonra hanıma yapılacak bir şey olmadığını, otobüsün şu anda dolu olduğunu ama ileride yer boşalınca bir çaresine bakabileceğini söyledi. Duyduklarına ikna olan hanım da istemeye istemeye yanıma oturmak zorunda kaldı. Hareketlerinden biraz gergin olduğu anlaşılan hanımın biraz olsun sıkıntısını dağıtmak için, “hanımefendi Zeki Müren’in  Dil harab-ı aşkım sensin sebeb-i berbatıma, bir teselli ver gelip bari..” dediğim anda şaşkın şaşkın yüzüme bakarak birden şiddetli bir kahkaha patlattı. “İnanamıyorum, inanamıyorum! Bu ne şans!” dedikten sonra incecik bedeni tir tir titremeye başladı. Herhalde zikrettiğim eser, bu ince ruhlu hanımefendinin kalbinde mazide kalmış bir yarayı kanattı diye düşündüm. Tıp hususundaki malumatımı da yoklayarak  üzerinde tesirli bir sarsıntı yaratırsam kendine gelebileceğini ümit ederek Zeki Müren’in değerli eserini yanık sesimle seslendirmeye koyuldum. Efendim işte ne olduysa bu saatten sonra oldu, kendine geleceğini düşündüğüm hanımefendi koltuğun üstüne yığılıp kalırken ondan geriye tiz bir çığlık kaldı. Kendi kendime “çok yazık, çok yazık belli ki gönlünde yarası derinmiş bu şarkının” dedim. “Açılın açılın ben doktorum diyen kaba adama. Efendim bendenizin de malumatı vardır az çok. Görüyorsunuz halletmeye çalışıyorum” dediysem de yaka paça kırk altı numaralı koltuğa atılmaktan kurtulamadım.
Efendim bu otobüs yolculuklarından ezelden beridir hazzetmem. Yanınızda oturan kişinin mutlaka horlaması mı gerekiyor, bebekleri durmadan ağlayan bir çiftin illâ ki o otobüste yolculuk etmesi mi gerekiyor…
Otobüste hiç de hakketmediğim bir muameleye maruz kalmış, saatler süren yolculuğu sıkıntılar içerisinde en arka koltukta tamamlamıştım. Neyse ki bana vebalıymışım gibi bakan garip giyimli muavinin gönlünü kazanmam zor olmadı. Efendim bu genç kardeşimizin  mukaddes vazifesini ifa ederken gösterdiği çaba gerçekten takdire şayandı. Yolcuların bitmek bilmeyen taleplerine canla başla çalışarak cevap veriyor, huzurlu bir yolculuk yapmaları için varını yoğunu seferber ediyordu.
Durup dinlenmek için fırsat bulduğu bir anda, kulağının arkasından çıkardığı kalemle bir yolcunun istediği kahveyi karıştırırken, ön koltuklardan birinden su isteyen kadına, “tamam be kadın patlama getiriyoruz işte” dedikten sonra:  “Peyami Hocam, otobüs yolcuları neden bu kadar çok su istiyor? Bana bunun bir açıklamasını yapar mısınız?” diye sordu. Gerçekten de bu durum benim de nazar-ı dikkatimi celbetmişti. O ana kadar sekiz bardak su içtiğimi hatırlayarak acaba bedava olduğundan olabilir mi diye düşündüm. Ancak karşımda merakla vereceğim yanıtı bekleyen genç muavine bunu böyle izah edemezdim. Bunun için suyun hayatımızdaki vazgeçilmez yerine ilişkin küçük bir konferans verdikten sonra, “dilim damağım kurudu sen bana bir bardak daha su ver en iyisi”, dedim.
Ertesi sabah gözlerimi açtığımda otobüsün içerisinde benden başka kimse yoktu. Başımda dikilen otobüs şoförüne muavinin “ne yapayım abi, on bardak kahve içti. Durmadan konuşarak kafamı şişirdi. Ben de kahvesine uyku hapı koymak zorunda kaldım” dediğini işittim.
Efendim ülkemize gelen yabancı turist sayısının her geçen yıl biraz daha arttığını biliyordum ama durumun bu kadar vahim olduğunu bilmiyordum doğrusu. Yabacıların bolluğunu görünce bir ara kendi kendime acaba ecnebi bir memlekete mi geldim diye sormadan edemedim. Birkaç yabancı lisanı Türkçe kadar güzel konuşabildiğim için gönüllü olarak turistlere rehberlik hizmeti vermeye karar verdim. Fakat bundan önce kalacak bir yer bulmam gerekiyordu. Bodrum sokaklarında başımı sokacak bir pansiyon aramaya koyuldum. Tek kişilik odalı pansiyonlar az bulunduğundan, olanların da fiyatları yüksek olduğundan kalacak bir yer bulmam mümkün olmadı efendim. Yabancı turistlerin getirdiği tatlı paralardan dolayı burnu iyice kalkan esnaf, yerli turiste rağbet etmiyor.
Pansiyon sahiplerine milli duygularımızı, milli şuurumuzu ne kadar hatırlatmaya çalışsam da bunda muvaffak olamadım. Bu kederle kendimi Bodrum sahiline zor attım. Sakallı, zayıf bir gencin çaldığı akordeon da kederime eşlik edince iyice kafayı bulmuşum. Bereket versin akordeonu dinlemeyen gelen meraklı kalabalık önümüze durmadan bira koyuyordu. Ben de Allah razı olsun diyerek, bu hayırsever kalabalığa şükranlarımı sunuyordum. İyice efkara gelip Hafız Burhan’dan bir gazel okumaya teşebbüs ettiğim esnada kendimi bir anda denizin içinde çırpınırken buldum.
Efendim fevkalade iyi bir yüzücü olduğum halde bir türlü suyun üstünde durmayı başaramıyor, çırpındıkça daha çok dibe batıyordum. Ciğerlerime kadar tuzlu su yuttuğum ve artık yaşamaktan ümidi kestiğim bir anda on üç- on dört yaşlarında bir çocuk kollarımdan tutarak iki metre ilerideki kıyıya çıkardı beni. Ağzımdan burnumdan durmadan su geliyordu ancak hâlâ ayılmış değildim. Çevremde biriken şaşkın kalabalık beni adeta Moskova Devlet Sirki’nden gelen enteresan bir hayvanmışım gibi sevinç gösterileriyle karşıladı. Etrafımdakilere aldırmadan göz kapaklarım ağır ağır kapandı ve Bodrum sahilinde derin bir uykuya daldım.
Aradan ne kadar vakit geçti idrak edemedim. Baş ağrısının karın ağrısına karıştığı bir sırada yüzümde dolaşan tatlı bir serinlik ile kendime geldiğimde ısrarla suratımı yalayan sokak köpeği ile göz göze geldik. Efendim insanoğlundan hiç şefkat görmediği anlaşılan bu mahlukatın sevgi gösterileri görülmeye değerdi.
Akşam olduğunda Bodrum bambaşka bir havaya bürünüyor. Gündüz vakti kimseleri görmediğiniz sokaklar insan kalabalığıyla dolup taşıyor. Restoranların önünde bekleyen çığırtkanlar yaka paça içeriye müşteri almaya çalışıyor. Türkiye’nin dört bir yanından gelen yağız delikanlılar en bitirim pozlara bürünerek hususiyetle bir ecnebi kadının gönlünü kazanmak için kıyasıya bir mücadele veriyor.
Yorucu ve sıkıntılı başlayan bir günden sonra karnımın iyice acıktığını hissettim. Şöyle keseme göre bir yer ararken, bir restoranın önündeki fiyat mönüsünde karışık ızgaranın karşısında beş rakamını okuyunca bir hayli sevindim. Allah razı olsun, turistik yer dememişler, hükümetimiz nasıl vatandaşlarının saadetini  düşünüyorsa bunlar da müşteri memnuniyetini düşünmüşler diyerek içeriye adımımı attım. Afiyetle yediğim karışık ızgaranın ardından bana yapılan bu jesti karşılıksız bırakmamak adına beş milyon liranın yanı sıra masaya ceplerimi iyice yoklayarak tam otuz kuruş bahşiş bıraktım. Allah kabul etsin, çocukları sevindirmek lazım diyerek mesut bir şekilde masadan ayrılmıştım ki, garsonun sert sesiyle olduğum yere çivilendim. “Bakar mısın beyamca bu para eksik?” Hayretle sordum, “neresi eksik yavrum, fazlası bile var. Hadi sok onu cebine o da senin istihkakın.” Bu sözlerime gülerek karşılık veren garson, “Beyamca karışık ızgara beş sterlin yazıyor mönüde okuman yazman da mı yok?” diye sorunca başımdan aşağı kaynar sular döküldü değerli okurlarım. Ben boşuna kendimi ecnebi memleketteymişim gibi hissetmemişim. Garsonu karşıma alıp, hükümetimizin Türk lirasının değerini artırma hususunda gösterdiği gayretleri bir bir sıraladıktan sonra, bu şekilde devam ederlerse bu uygulamanın hiçbir ehemmiyetinin kalmayacağını anlattım. Garson sabırla verdiğim izahatı dinledikten sonra, “beyamca sen bunları bir de mutfakta anlatsan. Orada nasıl olsa bol bol vaktin olacak!” dedi.
Değerli okurlarım bu kötü tesadüf benim makus talihimi yendiğim an olarak tarihe geçti. Tatilimin bundan sonraki kısmını zikrettiğim restoranın mutfağında bulaşık yıkayarak ve ilmi çalışmalarıma devam ederek hem de bedava  geçirdim. Efendim şunu da belirtmeden geçemeyeceğim bu ecnebiler israfı hiç sevmiyorlar. Avrupa neden kalkınıyor işte bu sebepten!

Hayırlısıyla sadaka toplumuna doğru…



Dilencilik dünyanın en eski mesleklerinden bir tanesi. Yardıma muhtaç olduğunu iddia ederek insanlardan yiyecek veya para isteyen dilencilere yeryüzünün her köşesinde rastlamak mümkün. İzmit de dilenci yönünden bir hayli zengin bir kent.

            Son günlerde Deniz Feneri Derneği’ndeki yolsuzluk iddialarının siyaset dünyasında yarattığı deprem hemen  herkesi bu hususta düşünmeye ve yorum yapmaya sevk etti. Hayırseverlik adına yapılan yardımlar gerçekten doğru yerlere ulaşıyor mu? Düşkün durumda olanlar bu yardımlardan gereğince faydalanabiliyor mu? Hadi yerine ulaşıyor diyelim, peki yoksulluk bu şekilde erzak yardımıyla ortadan kaldırılabilir mi? Yoksa bu yardımlar yoksulluğu “kurumsallaştırırken” sözüm ona yardım yapanların da vicdanlarının tatmin aracı  mıdır? Ya da bu yardımlar belirli bir siyasi düşüncenin iyice palazlanması için sermaye olarak mı kullanılıyor? Sorular daha da artırılabilir. Bu dava artık siyasi bir çekişmeye dönüştüğü için sürüp giden bu kayıkçı kavgasının ortasında sorularımızın cevaplarını bulmamız mümkün olmayacak.
HER MAHALLEDE BİR MİLYONER HAYALİ
            Adnan Menderes 1950'li yıllarda  “her mahallede bir milyoner yaratacağız” sloganıyla meydanları inletmişti. Yıllar sonra, Özal döneminde hepimiz milyoner olmuştuk. Ancak bunu zenginliğimize değil aşırı yükselen enflasyona borçluyduk. Hepimiz milyoner olduk olmasına ama gelir dağılımındaki uçurum büyüdükçe büyüdü. Sonunda, yirmi milyon yoksul, bir milyon da açlık sınırında vatandaş yarattık her yaşta.
            Yoksulluğu bir yazgı olarak benimsetmeye çalışan, vatandaşlarını el açmaya mahkum eden, mahalle aralarında yardım poşetleri dağıtmayı yoksullukla mücadele sanan zihniyet, kamu parasıyla sağlanan bütün bu olanakları bir lütuf olarak gösterme çabası içerisine girdi.
            Peki yoksul vatandaş ne yapacak bu sırada. Elbetteki şükür edecek. Payına düşene razı olacak. Ona yardım poşeti dağıtan bürokrat  ya da siyasetçinin ellerine öpmek için yapışacak.  Ama asla sesini yükseltmeyecek. Yoksa arsız olur!
DÜNYANIN EN ESKİ MESLEKLERİNDEN BİRİ
            Dilencilik dünyanın en eski mesleklerinden bir tanesi. Yardıma muhtaç olduğunu iddia ederek insanlardan yiyecek veya para isteyen dilencileri yeryüzünün her köşesinde rastlamak mümkün. Dilenciler, toplumun insaf, acıma, yardımseverlik ve dindarlık duygularını sömürerek kolay ve haksız kazanç elde etmeye çalışırlar. Bunu gerçekleştirmek için daima yoksul görünümlü olmaya dikkat ederler.
 Engelli olmak veya engelli çocuğu olmak daima avantaj sağladığı için çoğu kez engelli veya hasta taklidi yaparlar. Bir köşe başında bekleyerek geçenlerden para isteme en yaygın dilencilik şeklidir. Sokaklarda gezerek, dükkan önleri, otobüs durakları gibi işlek yerlerde para istemek, “hastanede mahsur kaldım”, “parasızlık nedeniyle yolda kaldım” gibi mazeretler ileri sürerek yardım dilenmek en çok tercih edilen şekillerdir.
            Dilenciler üzerine bir çok söylenti dolaşır. Bunların başında da aslında çok zengin oldukları gelir. Gerçekten de bu zanaat dolayısıyla hatırı sayılır bir servet elde edenler yok değildir aralarında. Ama çoğu, ertesi günü nasıl geçireceğini bilmediği için çaresizlikten yapıyordur bu işi.
ULUSAL DİLENCİLİK SEMPOZYUMU
ATO’nun “Neler oluyor bize?” adı altında dört bölümlük rapor serisinin birinci bölümünü “Dilenen Türkiye Dosyası” oluşturuyor. Dilencilerin genellikle boş arazilere kurulan derme çatma çadır ve barakalarda göçer guruplar halinde yaşadığı belirtilen raporda, dilencilik mafyasının, sabah erken saatlerinde, dilencileri buralardan toplayarak, arabalarla parsellenen noktalara dağıttıkları ifade ediliyor. Dilenme süresi boyunca dilencilerin, bu kişiler tarafından sürekli kontrol altında tutuldukları kaydedilen raporda, dilendiren ve dilenen arasında adeta bir emir komuta zinciri oluşmuş durumda olduğu belirtiliyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul’un önemli sorunlarından biri haline gelen dilenciliği bilimsel olarak masaya yatırmaya hazırlanıyor. 18-19 Ekim 2008 tarihlerinde gerçekleştirilecek olan “Ulusal Dilencilik Sempozyumu”, dünya tarihinde bir ilk olacak. İşinin ehli dilencilerin de konuşmacı olarak katılacağı sempozyuma çok sayıda bilim adamı ve elinde bilgi ve belge olan herkes davet edildi.
OSMANLI’DA DİLENCİLİK MÜESSESESİ
Osmanlı Devleti’nde, sosyal hayatın bir gerçeği olarak kabul edilen dilenciliğin değişik türleri vardı. Mezarlıkların kenarında ‘ıskatçılar’, sebillerin önünde ‘sebilciler’, sesine güvenen ‘kasideciler’, mevsimlik işçi gibi çalışan ‘kabakçılar’, Muharrem ayında ortaya çıkan ‘goygoycular’ ve nefsini terbiye etmek için dilenenler… Savaş sonrasında işsiz sayısının da artmasıyla 19. yüzyılda artık baş edilemeyecek hale gelen dilencilik sorunu için Meclis-i Mebusan’ın 10 Mayıs 1909’da çıkardığı ‘Serseri Kanunu’ bile çok köklü geçmişe sahip dilencilik mesleğinin tamamen ortadan kaldırmaya yetmedi.
Osmanlı’da dilenciler bir lonca çatısı altında teşkilatlandırılmaya çalışıldı. Devlet, kanunen dilenmesinde sakınca olmayanlara dilenebileceklerini gösteren ‘Dilenci Tezkeresi’ verdi ve dilencileri bir deftere kaydetti. Aslı kadılıklarda bulunan dilenci defterlerine, dilencilerin hangi millete mensup olduğu, ne zamandır dilencilik yaptığı ve sağlık durumu hakkında bilgiler yazıldı. Tabii sonra bu işin de suyu çıktı ve dilenciler zamanla mafyalaştı. Tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun tespitlerine göre, 8-10 dilencisi bulunan bir iratçı, kiraya verilmiş birkaç dükkânı olan birinden daha çok gündelik gelir elde ediyordu. Dilenciler için sebil kenarları, cami ve mescit önleri, köprü üstleri, zengin konak önleri gibi mekanlar, günlük cironun en fazla olduğu yerlerdi. Evliya Çelebi`nin verdiği bilgiye göre, 17. yüzyılda dilenci esnafına bağlı yedi bin kişi vardı.
İZMİT’İN DİLENCİLERİ
İzmit de dilenci yönünden bir hayli zengin bir kent. Aralarında gerçekten çok zor durumda olduğu için dilenenler de var, bu işi kolay yoldan para kazanmak için yapanlar da… Engelli numarası yapanlar da var, gerçekten engelli olanlar da… Başkaları tarafından dilendirilenler de var, kendi nam-ı hesabına çalışanlar da…
            Üstgeçitler, İzmit’te dilenenlerin en önemli üsleri arasında yer alıyor. İzmit’in bütün üstgeçitlerin her bir köşesi dilencilerin kendi aralarında yaptıkları gizli anlaşma ile paylaşılmıştır. Soğuk havalarda ortaya çıkan, çok iyi titreme numarası yapan ve bazen de yerde hareketsiz yatarak dilenen çocuk; önündeki karton kutuya sabitlediği gözleriyle akşam karanlığından gece yarısına kadar öylece durur üstgeçidin üzerinde. Bali ve tinere yeni alışan birkaç sokak çocuğu bu çocuğun önündeki kartondan para aşırmayı alışkanlık haline getirmiştir. Onlar da ortak olmuşlardır dilenci çocuğun hasılatına.
            Ağzındaki dişlerin neredeyse tamamı dökülmüş olan ihtiyar kadın, hummaya tutulmuşçasına titreyerek dilenir. Çoğunlukla üstgeçitlerdir onun da faaliyet yeri. İlk gördüğünüzde çok hasta olduğunu düşünürsünüz, içiniz sızlar. Ama o yıllardır bu şekilde dilenir, durur.
            Bacağının birini olduğu gibi alçıya alan sakallı adam çoğunlukla Vilayet Üstgeçidi’nde dilenir. Sapasağlam bir görüntüsü vardır. Nasıl bir rahatsızlığı varsa artık yıllardır o alçıyla yaşamaktadır. Uğur Mumcu Parkı civarına geldiğinde parasını sayar ve hiç aksamadan koşar adım evinin yolunu tutar.
            Başka bir sakallı adam her daim kucağındaki çocuğu ile dilenir. “Açım be abi” sloganını İzmit’e getiren dilenci odur. Bazen konuşmak istemez, önüne AÇIM yazan karton bir kağıt koyar, kucağında çocuğu ile birlikte Demiryolu Caddesi’nde bilhassa fırıncıların önünde dilenir.
            İzmit’in dilencileri saymakla bitmez; biz en iyisi bu toplumsal problemi inatla görmeyip sadaka toplumu yaratma niyetinde olanlara bir şiir göndererek yazımıza son verelim.
AHLAK
Ahlak kalmadı dünyada
Kiracısı öyle, işçisi öyle
Hami köylü saftır derler a
İnanma
Cırrr
Kapı
Kim o?
Dilenci.
Kuru ekmek verirsin beğenmez
Taze ekmek senin nene!
Kalmadı, dedim ya, kalmadı
Ahlak kalmadı memlekette.
Melih Cevdet Anday



Kaynakça:
http://www.takvim.com.tr/2008/05/04/gnc112.html
www.tumgazeteler.com

21 Haziran 2011 Salı

RTÜK’e Açık Mektup: Şirinler Çizgi Filmi Neden Hâlâ Yayında?



Değerli RTÜK üyeleri, biraz sonra zikredeceğim mühim meseleyi idrak edeceğinizi düşünerek yıllar yılı beyhude bekledikten sonra nihayet bu mektubu kaleme alarak, sizleri ikaz etmeyi milletime duyduğum muhabbetten dolayı kendime bir vazife olarak addediyorum.
Efendim malumunuz, necip milletimiz televizyon karşısında vakit geçirmeyi seviyor. Bu hususta ABD’den sonra dünya ikincisi olmuşuz. İnanınız, dünyanın en büyük bayrağını dalgalandırma başarısından sonra hiçbir başarı beni bu kadar sevince boğmamıştı. Televizyon izleme oranı bakımından medeniyet aleminin geriye kalan devletlerini geride bırakma muvaffakiyetimizle ne kadar övünsek azdır.
Değerli RTÜK üyeleri, takdir edersiniz ki, televizyonla bu kadar haşır neşir olunan bir memlekette, vatandaşlarımızın hangi programları izledikleri de son derece önemli bir hale geliyor. Acaba bu programları yeterince titizlik göstererek takip edebiliyor musunuz? Acaba bu programların hepsi milletimizin gelenek ve göreneklerine, toplumumuzun ahlak yapısına uygun mu?
Efendim malumunuz yirmi sene öncesine kadar televizyonumuz bir tek kanaldan ibaretti. Neyse ki serbest piyasanın rekabet ortamı yayın dünyamıza girdi de TRT’nin tekelinden kurtulmuş olduk. Böylece, eski Doğu Bloku ülkelerinin sıkıntı verici filmlerini izlemekten, kültürümüzde yeri olmayan, sayın Başbakanımızın da ‘belden aşağı bir sanattır’ diyerek tenkit ettiği, bale adı altında çırılçıplak bir takım insanların oraya buraya koşuşturmalarını izlemekten kurtulmuş olduk çok şükür. Boğazımıza kadar sanata battığımız o günlerde, cuma günleri yayınlanan ‘Diyanet Saati’ de olmasa kendinizi gavur memleketlerinden birinde yaşıyor sanırdınız. Hiç unutmam, bizim kahvede bile yozlaşma başgöstermiş, birkaç defa entel geçinen iki öğretmeni gizliden gizliye opera hakkında istişare ederken suçüstü yakalamıştım. Şimdi öyle mi ya, her daim Diyanet Saati tadında yayın yapan televizyon kanallarımız bile var çok şükür…
Allah rahmet eylesin merhum cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın yayın dünyasına rekabet ortamını aşılamasıyla birlikte, memleketimiz de kısa sürede öz benliğini buldu. Allah’a şükür şimdi dünyanın en çok televizyon izleyen iki ülkesinden biriyiz. Bize yakışan programlar birbiri ardına yayına giriyor. Fakat sizin de bildiğiniz üzere, milletimizin maneviyatıyla oynayan, muhteşem tarihimize galebe çalan bir takım zırvalıklar milletimizin önüne dizi diye konulmaya başlandı. Bu bakımdan, verdiğiniz ihtar cezası fevkalade manidardır. Dizilerle ilgili bir andıç çalışması başlattık açıklamasını yaptığınızda gönlüm daha da ferahladı.
Değerli RTÜK üyeleri, benim asıl değinmek istediğim husus; ahlak dışı filmler, muhteşem tarihimize,maneviyatımıza dil uzatan diziler hakkında gösterdiğiniz hassasiyeti çizgi filmler için de göstermenizdir. Efendim çizgi film deyip geçmemek lazım. Her gün her kanalda sayısız çizgi film yayınlanıyor ve bunları bizim çocuklarımız izliyor. Öyleyse bunların milletimizin örf ve adetlerine uygun muhteviyatta olmaları bir mecburiyettir. Ne demişler, ‘ağaç yaş iken eğilir’.
Bunlardan en çok nazar-ı dikkatimi celbeden, ‘Şirinler’ adlı çizgi filmdir. Bu çizgi filmde resmen komünizm propagandası yapılmakta fakat siz maalesef uyumaktasınız. Çocuklarımızın körpecik beyinlerini o yaşta bu tür düşüncelerle doldurmak maazallah ileride başımıza büyük felaketler getirebilir.
Efendim bu çizgi filmde, kendilerine Şirinler diyen sözde şirin yaratıklar, sınıfsız bir toplumda yaşamakta, herkes yeteneğine göre üretmekte ve ihtiyacına göre tüketmektedir. Dikkat buyurduysanız Şirinler Köyü’nde para geçmemektedir. Üretim piyasa koşulları için değil, ne yazık ki ihtiyaca dönük olarak yapılmaktadır. Paranın olmadığı, herkesin yeteneğine göre ürettiği, piyasa için değil ihtiyaç için üretim yapılan bir rejim neyi hatırlatıyor sorarım size! Uyuklayan da tembel olan da, sakar olan da çalışmadan üretimden pay almakta, şarkı türküyle, sanat sepet işleriyle uğraşmakta, çocuklarımız komünist rejimde olduğu gibi yan gelip yatmaya özendirilmektedir. Şirinler de mülkiyet de yoktur. Mülkiyet hangi rejimde yoktu soruyorum size!
Efendim en mühim hususlardan bir tanesi de Şirinler Köyü’nde bir ibadethanenin bulunmayışıdır. Kendilerine Şirinler adını veren bu yaratıklar dinsizdir! Mutluluk ve dayanışma mesajları vererek de çocuklarımızı ateizm batağına doğru sürüklemektedirler.
Bu çizgi filmde para yerine erdem övülmekte, zengin ve güçlü olanın iktidarda bulunması gerekirken, Şirin Baba adındaki bir zevat erdemiyle ve bilgeliğiyle Şirinler’e yol göstermektedir. Efendiler soruyorum size, Şirin Baba’nın giysileri neden diğer Şirinlerden farklı olarak kırmızı, sakalları neden Karl Marx gibidir hiç düşündünüz mü?
Değerli RTÜK üyeleri, durumun vahametini idrak etmiş olan Gargamel’in Şirinler’i ortadan kaldıracağı günü beyhude bekledim durdum. Ve en sonunda kutsal vatandaşlık görevimi yerine getirmek için bu mektubu kaleme almaya karar verdim. Sizden ricam derhal bu uğursuz çizgi filmi yayından kaldırmanızdır. Son bölümde Gargamel Şirinler’i yiyebilir. Böylece çocuklarımız böyle bir düzenin er ya da geç yıkılacağını idrak etmiş olurlar.
Efendim manevi dünyamıza hitap eden çizgi filmler çocuklarımızın daha çok ilgisini çekmez mi? Mesela “Pokemon Namaz Öğretiyor”, “Sünger Bob Hidayete Eriyor”, “Kırmızı Türbanlı Kızdan Dualar”, “Red Kit Umre Yolu’nda”, “Temel Reis Münafıklara Karşı” şeklinde çizgi filmlerimiz yapılsa fena mı olur?
Sayın RTÜK üyeleri, artık titreyerek kendimize gelmenin vakti gelmiştir. Bu duygularla satırlarıma son verirken, sizleri bir kere daha görevinizi yapmaya davet ediyorum.

12 Haziran 2011 Pazar

“Biz de kayıklara atlayıp vapurların yaşadığı denizlere gideriz”



Ezginin Günlüğü grubunun, İstavrit albümüne adını veren, Nadir Göktürk tarafından yazılan şarkının sözleri şöyle başlar: “Bir naylon kovanın içinde/ gezerim istavrit gibi”…
            Şu günlerde, haleti ruhiyemizi anlatmaya daha uygun sözler bulmak mümkün değil.
            “Hiçbir şey yapmayan hiç hata yapmaz” parolasıyla, bırakın özneyi, nesnesi bile olamadığımız gündem hakkında oturduğumuz yerden atıyoruz, tutuyoruz durmadan.  
            Yılgınlığın ve mağlubiyetin birleşimiyle ortaya çıkan kayıtsızlık hali şaşkınlık hassamızı yitirmemize yol açtı.
            Sohbet, söz önemini yitireli nice zaman oluyor. Artık gözümüzü alamadığımız ekranda dönüp duranlar belirliyor sohbet konularımızı… Buna da sohbet denirse tabii… Kesik kesik… Kopuk kopuk…
            Meyhaneye gidiyorum… Yan yana oturan ama konuşmayan insanlar… Her birlikte “Akıllı TV”den; uyurken düşen bebek, ilginç araba kazaları, hayvanların komik halleri ilgiyle izleniyor. Haberler açıldığında kıyamet kopuyor… Hep bir ağızdan bağırıyorlar: “kapat şunu yahu… Başbakan’ı görmeye tahammül edemiyorum.”
            Son günlerde bu görüntüye onlarca defa bizzat şahit oldum. Erdoğan ekranda görünür görünmez yüzler buruşuyor ve hemen kanal değiştiriliyor. Bu durum kimilerinde artık şartlı refleks halini almış…
            Erdoğan’a endeksli iktidar… Erdoğan’a endeksli muhalefet… Erdoğan’a endeksli mizah… Erdoğan’a endeksli spor… Erdoğan’a endeksli sanat…  Artık çoğu kişide travmatik etkilere yol açıyor… Tahammülsüzlük, çaresizlik, öfke ve kayıtsızlık sarmalına tutulan insanlar kendilerini unutmak için beyhude bir çabanın içerisine giriyor.
            Bu da bir savunma mekanizması değil mi?  
Etkisiz eleman olduğun bir sistemin içinde durmanın bir manası var mı? Belirleyemediğin, etki edemediğin gündemi tartışmanın gereği var mı?
Öyleyse şizofrenik bir yarılmanın içine girmek ve  kendi gerçekliğini yaratmak en iyi yol gibi görünüyor…
Nasıl bitiyordu İstavrit şarkısı:
“Size göre biz boş yere yaşıyorsak çaresiz
Oltadaki balık kadar yoksa değerimiz
Biz de kayıklara atlayıp
Vapurların yaşadığı denizlere gideriz”

13 Mayıs 2011 Cuma

Görülüyor ki körüz!



            Efendim bendeniz gibi fikri sabit, takıntılı bir kişilik için yaşamak nasıl çilelerle doludur bilemezsiniz. Psikoloji tahsili yapan cümle doktorlar alıp bir laboratuvara kapatsalar, uzun uzun tetkik etseler yine de işin içinden çıkamazlar.
            Benim bu halim, öyle kapı kilitli mi değil mi, yoksa ütünün fişini çekmeden mi çıktım evden, ocağın altını kapattım mı acaba türünden ufak tefek hüsnü kuruntularla izah edilecek gibi değil. Bu vaziyete gelmemde irsi bir takım faktörler de tesir etmiştir. Vakıa rahmetli pederim, kimi akşamlar camiden eve büyük bir sükut içerisinde gelir. Ne kadar yaramazlık yaparsam yapayım, evi birbirine katsam da yüzünü çevirip bakmazdı bile. Derin derin tefekkür eder, boş gözlerle bendenizin yaptığı maskaralıkları seyreylerdi.
            Bu ruh hali onda birkaç gün devam eder ardından tekrar normal hayatına geri dönerdi. Yaptığım yaramazlıkların neticesinde iyi bir sopa yersem anlardım ki, pederimin ruh dünyasındaki sisler dağılmış.
Daha sonra başta Tarihi İslam olmak üzere tarihi kadim, tababet… yakınımda, yöremde ne kadar ilmi kaynak varsa her birini alt üst ettim yine de babamdan bana miras kalan bu hastalığı tam manasıyla çözmeye muvaffak olamadım. Bu hissiyatıma ilişkin Frenkçe bulunan bir takım uydurmasyon teşhisler, birbirini yalanlayan izahatlar da tatmin etmedi beni.
Geçenlerde kahvede uyuklarken birden bire kendimi Başbakanımıza mektup yazarken buldum. Yazarken bulmak da laf mı efendim mektup, adeta biri tarafından yazılmış önüme konulmuştu. Ben bu mektubu yazmaya ne zaman karar verdim, elime kalemi ne zaman aldım, yazarken ne düşündüm hiç hatırlamıyorum.
Korkarak yazdığım satırlara başkasının kaleminden çıkmışçasına göz gezdirdim. Neler yazmışım neler… Hani içinde, sıkça kullandığım kelimeler olmasa, yok canım, bu mektup bal gibi başkası tarafından kaleme alınmış diyeceğim.
Bakın mektup nasıl başlıyor;
“Sayın Başbakanım, uzun ve karanlık gecelerden sonra bir sabah ziya saçan bir yıldız gibi gönüllerimize doğdunuz. Zulmün, zulmetin, büyük ıstırapların altında kıvranırken sizin nurlu ellerinizin bir sihirli değnek tesiriyle memleketimizi gül bahçesine dönüştürdüğüne mutluluk göz yaşları dökerek şahit oluyoruz.”
Mektubun bundan sonraki kısmı dağılan mürekkep yüzünden okunmuyor. İhtimal yazarken birkaç damla göz yaşı akıtmışım kağıdın üzerine…
Daha sonra bu mektubu yazmayı unutmuş ya da yazmaktan vazgeçmiş olacağım ki, “altılı”ya ilişkin son tahminlerimi çıkarmış, bir takım hesapların içerisine dalmışım. Bu hesapların neticesinde –nasıl olmuşsa- birkaç defa daire içerisine alınmış “150 milyar” sonucuna ulaşmışım.
Satırların devamında sanki hiç ara verilmemişçesine Başbakanımıza seslenmeye devam ediyorum:
“Burada saymaya lüzum görmediğim birbirinden hayırlı hizmetleriniz göğsümüzü kabartıyor, sokakta her zamankinden daha dik yürüyoruz. Beynelmilel alemde memleketimizin katettiği muazzam sıçrama diğer ülkeleri kıskandırıyor.”
“Sadece diğer ülkeleri mi? Olmayan muhalefet de eleştirecek bir mevzu bulamadığı için bir takım şişirme havadisleri, kimi münferit vakaları mühim bir hadiseymiş gibi basına malzeme ediyor. Ama inanınız, kasıtlı yapılan bütün bu yayınlar bile itibarınızı zerre kadar olsun lekeleyemiyor.”
Mektup burada yine kesiliyor. Bundan sonra uzun uzadıya borçlarımı hesaplamaya dalmış, en sonunda işin içinden çıkamamışım. Borç tutarı arttıkça kalemle etrafına yaptığım halkaların kalınlığı da büyümüş.
Bakkal hesabını çağrıştıran bu karalamalardan, anlamlı bir sonuca ulaşmaya çalışmak beyhude bir çırpınış olur. Onca rakamın arasına, nereden estiyse  bir de Abdülkadir Budak’ın bir şiirinden bir parça sıkıştırmışım:
               Babam bana benzerdi, bir göl manzarasına
               Aniden fırtına çıkar kayık dediğin batardı
               Ve mektup yine devam ediyor: 
            “Memleketimize kara çalmaya çalışan iç ve dış güçler kurdukları şer ittifakıyla hizmetlerinizin önüne geçmeye, yaptıklarınızı yıkmaya çalışıyorlar. Türkiye’de on iki milyon yoksulluk sınırında, beş yüz bin de açlık sınırında insan varmış! Kişi başına düşen gelir artmış ama bunlar belirli kişilerin başına düşüyormuş, yoksa millet aç perişan bir halde yaşamaya çalışıyormuş. Hepsi yalan!”
            Tam da bu cümlenin sonuna yediğim simitten kopan bir susam tanesi gelmiş yapışmış. Adeta “yalan” sözcüğünün sonuna koyduğum ünlem işareti bu susam ile bambaşka bir mana kazanmış.
            Ardından son cümle geliyor. Fakat bu cümlenin Başbakanımıza hitaben mi yazıldığı yoksa diğerleri gibi araya mı karıştığı bir muamma.
            O da şu:
            “Görülüyor ki körüz!”