18 Ağustos 2011 Perşembe

Peyami Çokbilir Bodrum'da: TATİL YOLCULUĞUNA NASIL ÇIKTIM?




Merhaba değerli okurlarım, malumunuz yaz ayları geldi de geçiyor bile bendeniz de yorucu bir yılın ardından bir tatil yapayım dedim. Biliyorsunuz ki ilmi çalışmalar bünyeyi layıkıyla yoruyor efendim. Bu sebepten ötürü rahmetli pederimden intikal eden paranın banka faiziyle bir istirahat buyurayım, cemiyet hayatından biraz uzaklaşayım dedim. Takdir edersiniz ki dost ahbap çevrem benim onlardan ayrılmama içerleyerek, sitem etmeye başladılar. Aman Peyami Beyciğim sizin gibilerin tatil neyine? Biz sonra kimin fikirlerinden istifade edeceğiz. Lütfen bizi değerli düşüncelerinizden mahrum bırakmayınız diyerek adeta peşimde pervane oldular.
Efendim beni bırakmak istemeyen çevreme bilhassa meyhaneye kabaran borcumdan dolayı bırakıp kaçmamdan korkan meyhaneciye, benim gibi ilmi çalışmalara hayatını vakfetmiş nadide kişiliklerin de bir çiçek gibi nefes almaya ihtiyacı olduğunu lisanı münasiple anlattım. Ancak bu sözlerimle bizim meyhanecinin yeisini ve endişesini dağıtmaya muvaffak olamadım.
Gözlerini gözlerime dikip: “bana bak hoca ne dediğinden bir kelime bile anlamış değilim. Bırak bu lakırdıyı da sen şu senedi imzala bakalım! Yoksa senin şu mekandan gitmene en çok ben sevineceğim, borcunu ver yeter ki ondan sonra ben şurada zil takıp oynarım” dedi.
Efendim ayak takımının bu türden serzenişlerine ezelden beridir alışkın olduğum için hiç kılımı kıpırdatmadım. Yalnız meyhanecinin omzuna ellerimi koyup, “değerli kardeşim merhamet, insanlığımızın âlemde şahidi olan ve kalp yolu ile bizi Allah’a yakınlaştıran ilâhi cevherdir. İnsandan başka varlık merhamet taşımıyor. Eğer sende onun bir parçası olsaydı, karşında bulunan şu münevver insanı böyle hüzünlere gark etmezdin. Rica ederim borcumu tatilden geldiğimde düşünelim. Bir hal çaresine bakarız, selametle” dedikten sonra meyhanedeki arkadaşların yaşlı gözleri arasında oradan ayrıldım. Zaten laf aramızda hem hükümetimize yakınlık göster hem de meyhaneden çıkma, bu hususta da epey tenkitler almaya başlamıştım.
Tatil için nereye gideceğime karar vermem bir türlü mümkün olmadı. Matbuatımızdaki tatil ilavelerini evirdim çevirdim, gözlüğümün altından fiyatlarına baktım, bir türlü bir yer seçmeye muktedir olamadım. Uzatmayalım; şehrimizin güzide otobüs firmalarından birinde kendimi buluverdim. Efendim otobüs yolculuklarından ezelden beri hazzetmem. Her ne hikmetse benim hoşsohbetime dayanamayan bir yolcu ya yerini değiştirmek ister ya da sözlerimin en anlamlı yerinde uyuyakalır. Bu vesileyle biletimi kesen hanım kızımıza biletin bana ait olmadığını, bir “bayan”a aldığımı söyledim. Efendim hemen aklınıza yanlış bir düşünce gelmesin. Elbette bendeniz de haremlik ve selamlık hususunda son derece muhafazakarımdır. Lakin mevzu tatil olunca bir değişiklik olsun istedim. Belki bir hanım benim değerli görüşlerimden istifade etmek ister, seyahati bir eziyet olmaktan çıkar diye düşünerek yanıma oturacak şanslı hanımı beklemeye başladım.
Efendim çok geçmeden gözleri hayretle açılmış bir hanım yanıma kadar gelerek, biletini kontrol etmeye başladı. Doğru yer olduğuna bir türlü kanaat getiremedi. Gidip muavininle hararetli hararetli bir tartışmaya daldı. İngiliz lordları gibi uygunsuz bir kıyafet giymiş olan muavin yanıma gelerek biletimi kontrol etti. Daha sonra hanıma yapılacak bir şey olmadığını, otobüsün şu anda dolu olduğunu ama ileride yer boşalınca bir çaresine bakabileceğini söyledi. Duyduklarına ikna olan hanım da istemeye istemeye yanıma oturmak zorunda kaldı. Hareketlerinden biraz gergin olduğu anlaşılan hanımın biraz olsun sıkıntısını dağıtmak için, “hanımefendi Zeki Müren’in  Dil harab-ı aşkım sensin sebeb-i berbatıma, bir teselli ver gelip bari..” dediğim anda şaşkın şaşkın yüzüme bakarak birden şiddetli bir kahkaha patlattı. “İnanamıyorum, inanamıyorum! Bu ne şans!” dedikten sonra incecik bedeni tir tir titremeye başladı. Herhalde zikrettiğim eser, bu ince ruhlu hanımefendinin kalbinde mazide kalmış bir yarayı kanattı diye düşündüm. Tıp hususundaki malumatımı da yoklayarak  üzerinde tesirli bir sarsıntı yaratırsam kendine gelebileceğini ümit ederek Zeki Müren’in değerli eserini yanık sesimle seslendirmeye koyuldum. Efendim işte ne olduysa bu saatten sonra oldu, kendine geleceğini düşündüğüm hanımefendi koltuğun üstüne yığılıp kalırken ondan geriye tiz bir çığlık kaldı. Kendi kendime “çok yazık, çok yazık belli ki gönlünde yarası derinmiş bu şarkının” dedim. “Açılın açılın ben doktorum diyen kaba adama. Efendim bendenizin de malumatı vardır az çok. Görüyorsunuz halletmeye çalışıyorum” dediysem de yaka paça kırk altı numaralı koltuğa atılmaktan kurtulamadım.
Efendim bu otobüs yolculuklarından ezelden beridir hazzetmem. Yanınızda oturan kişinin mutlaka horlaması mı gerekiyor, bebekleri durmadan ağlayan bir çiftin illâ ki o otobüste yolculuk etmesi mi gerekiyor…
Otobüste hiç de hakketmediğim bir muameleye maruz kalmış, saatler süren yolculuğu sıkıntılar içerisinde en arka koltukta tamamlamıştım. Neyse ki bana vebalıymışım gibi bakan garip giyimli muavinin gönlünü kazanmam zor olmadı. Efendim bu genç kardeşimizin  mukaddes vazifesini ifa ederken gösterdiği çaba gerçekten takdire şayandı. Yolcuların bitmek bilmeyen taleplerine canla başla çalışarak cevap veriyor, huzurlu bir yolculuk yapmaları için varını yoğunu seferber ediyordu.
Durup dinlenmek için fırsat bulduğu bir anda, kulağının arkasından çıkardığı kalemle bir yolcunun istediği kahveyi karıştırırken, ön koltuklardan birinden su isteyen kadına, “tamam be kadın patlama getiriyoruz işte” dedikten sonra:  “Peyami Hocam, otobüs yolcuları neden bu kadar çok su istiyor? Bana bunun bir açıklamasını yapar mısınız?” diye sordu. Gerçekten de bu durum benim de nazar-ı dikkatimi celbetmişti. O ana kadar sekiz bardak su içtiğimi hatırlayarak acaba bedava olduğundan olabilir mi diye düşündüm. Ancak karşımda merakla vereceğim yanıtı bekleyen genç muavine bunu böyle izah edemezdim. Bunun için suyun hayatımızdaki vazgeçilmez yerine ilişkin küçük bir konferans verdikten sonra, “dilim damağım kurudu sen bana bir bardak daha su ver en iyisi”, dedim.
Ertesi sabah gözlerimi açtığımda otobüsün içerisinde benden başka kimse yoktu. Başımda dikilen otobüs şoförüne muavinin “ne yapayım abi, on bardak kahve içti. Durmadan konuşarak kafamı şişirdi. Ben de kahvesine uyku hapı koymak zorunda kaldım” dediğini işittim.
Efendim ülkemize gelen yabancı turist sayısının her geçen yıl biraz daha arttığını biliyordum ama durumun bu kadar vahim olduğunu bilmiyordum doğrusu. Yabacıların bolluğunu görünce bir ara kendi kendime acaba ecnebi bir memlekete mi geldim diye sormadan edemedim. Birkaç yabancı lisanı Türkçe kadar güzel konuşabildiğim için gönüllü olarak turistlere rehberlik hizmeti vermeye karar verdim. Fakat bundan önce kalacak bir yer bulmam gerekiyordu. Bodrum sokaklarında başımı sokacak bir pansiyon aramaya koyuldum. Tek kişilik odalı pansiyonlar az bulunduğundan, olanların da fiyatları yüksek olduğundan kalacak bir yer bulmam mümkün olmadı efendim. Yabancı turistlerin getirdiği tatlı paralardan dolayı burnu iyice kalkan esnaf, yerli turiste rağbet etmiyor.
Pansiyon sahiplerine milli duygularımızı, milli şuurumuzu ne kadar hatırlatmaya çalışsam da bunda muvaffak olamadım. Bu kederle kendimi Bodrum sahiline zor attım. Sakallı, zayıf bir gencin çaldığı akordeon da kederime eşlik edince iyice kafayı bulmuşum. Bereket versin akordeonu dinlemeyen gelen meraklı kalabalık önümüze durmadan bira koyuyordu. Ben de Allah razı olsun diyerek, bu hayırsever kalabalığa şükranlarımı sunuyordum. İyice efkara gelip Hafız Burhan’dan bir gazel okumaya teşebbüs ettiğim esnada kendimi bir anda denizin içinde çırpınırken buldum.
Efendim fevkalade iyi bir yüzücü olduğum halde bir türlü suyun üstünde durmayı başaramıyor, çırpındıkça daha çok dibe batıyordum. Ciğerlerime kadar tuzlu su yuttuğum ve artık yaşamaktan ümidi kestiğim bir anda on üç- on dört yaşlarında bir çocuk kollarımdan tutarak iki metre ilerideki kıyıya çıkardı beni. Ağzımdan burnumdan durmadan su geliyordu ancak hâlâ ayılmış değildim. Çevremde biriken şaşkın kalabalık beni adeta Moskova Devlet Sirki’nden gelen enteresan bir hayvanmışım gibi sevinç gösterileriyle karşıladı. Etrafımdakilere aldırmadan göz kapaklarım ağır ağır kapandı ve Bodrum sahilinde derin bir uykuya daldım.
Aradan ne kadar vakit geçti idrak edemedim. Baş ağrısının karın ağrısına karıştığı bir sırada yüzümde dolaşan tatlı bir serinlik ile kendime geldiğimde ısrarla suratımı yalayan sokak köpeği ile göz göze geldik. Efendim insanoğlundan hiç şefkat görmediği anlaşılan bu mahlukatın sevgi gösterileri görülmeye değerdi.
Akşam olduğunda Bodrum bambaşka bir havaya bürünüyor. Gündüz vakti kimseleri görmediğiniz sokaklar insan kalabalığıyla dolup taşıyor. Restoranların önünde bekleyen çığırtkanlar yaka paça içeriye müşteri almaya çalışıyor. Türkiye’nin dört bir yanından gelen yağız delikanlılar en bitirim pozlara bürünerek hususiyetle bir ecnebi kadının gönlünü kazanmak için kıyasıya bir mücadele veriyor.
Yorucu ve sıkıntılı başlayan bir günden sonra karnımın iyice acıktığını hissettim. Şöyle keseme göre bir yer ararken, bir restoranın önündeki fiyat mönüsünde karışık ızgaranın karşısında beş rakamını okuyunca bir hayli sevindim. Allah razı olsun, turistik yer dememişler, hükümetimiz nasıl vatandaşlarının saadetini  düşünüyorsa bunlar da müşteri memnuniyetini düşünmüşler diyerek içeriye adımımı attım. Afiyetle yediğim karışık ızgaranın ardından bana yapılan bu jesti karşılıksız bırakmamak adına beş milyon liranın yanı sıra masaya ceplerimi iyice yoklayarak tam otuz kuruş bahşiş bıraktım. Allah kabul etsin, çocukları sevindirmek lazım diyerek mesut bir şekilde masadan ayrılmıştım ki, garsonun sert sesiyle olduğum yere çivilendim. “Bakar mısın beyamca bu para eksik?” Hayretle sordum, “neresi eksik yavrum, fazlası bile var. Hadi sok onu cebine o da senin istihkakın.” Bu sözlerime gülerek karşılık veren garson, “Beyamca karışık ızgara beş sterlin yazıyor mönüde okuman yazman da mı yok?” diye sorunca başımdan aşağı kaynar sular döküldü değerli okurlarım. Ben boşuna kendimi ecnebi memleketteymişim gibi hissetmemişim. Garsonu karşıma alıp, hükümetimizin Türk lirasının değerini artırma hususunda gösterdiği gayretleri bir bir sıraladıktan sonra, bu şekilde devam ederlerse bu uygulamanın hiçbir ehemmiyetinin kalmayacağını anlattım. Garson sabırla verdiğim izahatı dinledikten sonra, “beyamca sen bunları bir de mutfakta anlatsan. Orada nasıl olsa bol bol vaktin olacak!” dedi.
Değerli okurlarım bu kötü tesadüf benim makus talihimi yendiğim an olarak tarihe geçti. Tatilimin bundan sonraki kısmını zikrettiğim restoranın mutfağında bulaşık yıkayarak ve ilmi çalışmalarıma devam ederek hem de bedava  geçirdim. Efendim şunu da belirtmeden geçemeyeceğim bu ecnebiler israfı hiç sevmiyorlar. Avrupa neden kalkınıyor işte bu sebepten!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder