10 Şubat 2011 Perşembe

Memurluk Zor Zenaat


            Beni görür görmez tam karşısında oturan kadına, “geliyor bizimki” diyor. Ya da bana öyle geliyor. Gülüşüyorlar… İçeriye girdiğimde ilk defa görmüş gibi yüzüme bakıyorlar.
            Bir iki saniye süren sessizliğin ardından, “Ne vardı?” diye soruyor.
            Aslında niçin geldiğimi çok iyi biliyor. Çünkü günlerdir bir imza için bekletiyorlar beni.
            “Evrak çıktı mı imzadan?” diye soruyorum.
            “Henüz çıkmadı” diyor. Tekrar önündeki işine dönüyor. Karşısındaki masada oturan kadın, bundan sonra diyalogların nasıl gelişeceğin bildiği için söz sırasını beklerken sabırsızlanıyor.
            “Peki, ne zaman çıkar?”
            İşte beklenen soru… Kadın hemen kaşlarını dikip “biz onu bilemeyiz” diyor. “İmzalandığında buraya gelir. Biz de zimmet defterine imza attırır, size teslim ederiz.”
            “Peki, kim bilir? Ben iki haftadır neredeyse her gün geliyorum. Benim için çok önemli. Acelem var.”
            “Herkesin acelesi var kardeşim. Keyfimizden bekletmiyoruz ki seni. Yönetim kurulu topluca yurt dışına çıktı. Bu yüzden biraz sarktı imzalar.”
            Bu sırada masadaki telefonlardan biri çalmaya başlıyor. Ama onlar duymuyor sanki. Sorunu sordun, cevabını aldın, daha niye bekliyorsun der gibi bakıyorlar yüzüme. Daha doğrusu işlerinin başına dönmüş gibi davranıyorlar ama belli ki tedirginler hâlâ beklememden… Bu sırada telefon ısrarla çalmaya devam ediyor.
            Paranoya içindeyim. Durmaksızın çalan telefon aslında bir mizansen olabilir mi? Bundan sonra soracağım soruyu da gizlice savuşturmuş oluyorlar!
            Böylece, “İmzanın çıkıp çıkmadığını telefonla sorabilir miyim?” dememe gerek kalmıyor çünkü. Bu kadar ince düşünebilirler mi? Her gün onlarca insanla uğraşmaktan insanlığını yitirmiş bu iki zavallı bunu düşünebilir mi?
            Düşünebilir!
            Bir süre sesi kesilen telefon tekrar çalmaya başlıyor. Onları asıl tedirgin eden ise benim varlığım… Orada olmam onları geriyor. En çok da arkamdan konuşamadıkları için sinirleniyorlar.
            Şöyle arkamı döner gibi olsam hemen başlayacak söze, “bu adam şu odaya girince afakanlar basıyor beni. Ay sorgu meleği gibi soruları da bitmiyor ki, manyak mıdır nedir?”
            Diğeri aşağı kalır mı, o da tombul parmaklarının üzerinde küçücük görünen tırnaklarını törpülerken, “bildiğin manyak canım” diyecek. “Böyleleri de hep bizi bulur zaten. Hayır, adam laftan da anlamıyor, öyle mal mal bakıyor insanın suratına.”
            Arkadaş sohbetlerinde birkaç kere kulak misafiri olmuştum. Dinsizin hakkından imansız gelir özdeyişini doğrularcasına, böyle tiplerin üzerine gittiğin vakit hemen yelkenleri suya indiriyor ve ne isteniyorsa yapıyorlarmış.
            Fakat bende o kudret yok. Bir kere tipten kaybediyorum. Bu süklüm püklüm, ensesine vur lokmasını al halinden çıkamadığım müddetçe kükreyip dağları inletmem mümkün değil. Kafamda bunları kurarken içine düştüğüm alçaklık kompleksiyle mücadele etme kararlılığımı göstermek adına son bir gayretle soruyorum: “İmzanın çıkıp çıkmadığını telefonla sorabilir miyim?”
            Bu soruyu beklemedikleri belli. Şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlar. Durmadan çalan ve bir türlü bakılmayan telefon da odadaki kasveti iyiden iyiye artırıyor. En sonunda, alaycı ve öfkeli bir ses tonuyla, “Beyefendi burada imza bekleyen onlarca evrak var. Telefonlara tek tek cevap vermeye kalksak işlerimizi yapamayız” diyor.
            Diğeri aşağı kalır mı, “beyefendi” diyor dişlerini gıcırdatarak. “Neden anlamak istemiyorsunuz?”
            “Neyi hanfendi?” diye araya giriyorum. İyice çileden çıkıyor. “Beyefendi” sözcüğünün ağzından bir hakaret gibi çıkması sinirime dokunuyor. İkisinin de öfkeyle kaşları çatılıyor. Söyleyecek söz bulamıyorlar. Zafer mi kazandım? Bu mu yani? Gözüme masalarının üzerine koydukları fotoğraflar ilişiyor. Bir kız çocuğu gülümsüyor birinde. Diğerinde bıyıklı, yaşlıca bir adam, gözlüklerinin ardından donuk donuk bakıyor. Hayret! İlk defa bir hayat belirtisi alıyorum odadan. Demek ki onların da senin, benim gibi bir hayatı varmış! Karşımda robot yokmuş meğer!
Şişman olan tam bayramlık ağzını açmaya hazırlanırken, “affedersiniz” diyorum. “Sizi boş yere sorularımla meşgul ettim. Ben bir ara uğrar, tekrar sorarım. İyi günler. Kolay gelsin.”
            Bir şey demiyorlar… Bu arada telefon çalmaya devam ediyor…
            Kapıdan çıktığımda, “Allahım bunları sayıyla mı gönderiyorsun?” dediklerini duyuyorum. Ya da bana öyle geliyor…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder