Bizim memlekette çocuklara belli bir yaşa kadar özel bir ilgi gösterilir. Şımartılma dönemi diyebileceğimiz bu dönem genelde ilkokula başlayana dek sürer. Altı yaşına kadar çocuk ne söylerse takdir edilir... Ne yaparsa ailesi ve çevresi tarafından hoş karşılanır... Hareketlerine sürekli gülünür, yanakları sürekli sıkılır, öpülür, koklanır. Böyle bir ortamda yetiştirilen çocukta hafiften bir narsizm peydah olduğundan, bu büyülü dünyada her çocuk kendi masalının kahramanıdır aslında.
İlkokula başlayınca bütün her şey birdenbire değişiverir. Artık herkes ‘kendi olamadığını’ ondan bekleyecektir. Çanta, beslenme çantası bir şey değil; çocuklara asıl ağır gelen omuzlarına yüklenen sorumluluk yüküdür. Ve çocuk içindeki mutluluğun son kırıntılarını yavaş yavaş yitirirken; sisli, karanlık ve soru işaretleriyle dolu başka bir dünyanın kapısını aralayacaktır.
OKUL BAŞLAYINCA RÜYA BİTİYOR
Bu memlekette yaşayan insanların bu kadar pısmış olmasının başka bir açıklaması olamaz. Hani psikologlar nasıl sorunun kaynağına inmek için hastayı yatırıp çocukluklarını anlattırıyorlarsa, toplumumuzun da çocuğa gösterdiği muameleyi derinlemesine irdelemek gerekiyor...
Ben de altı yaşına kadar “acaba bu dünya benim için mi yaratıldı?” paranoyasıyla yaşadım. Oyunlar, masallar, çizgi filmler, oyuncaklar, kırlar, meralar, arkadaşlar sevdiğim değer verdiğim her şey etrafımdaydı. Ne yapsam ilgi çekiyordum... Bunu bilmenin verdiği özgüvenle her konuda bir şeyler uydurmayı adet edinmiştim. Ta ki okul başlayana kadar...
Okul, ders saati boyunca susulan, söz hakkı verildiğinde belirli sınırlar çerçevesinde konuşulan bir yerdi benim için. Bu kuralların varlığını benimseyene kadar birkaç defa nasıl bir etki yandıracağını merak ederek birkaç söz sarf etme gafletinde bulundum. Hemen kulağımı bir el bükmeye başladı... “Sana söz verilmedikçe konuşma!”
SUSMAMIZI İSTEYEN ATASÖZLERİ VE DEYİMLER
Daha sonra bu deyimlerin, atasözlerinin ardı arkası kesilmedi. Hepsi de susmamı, sesimi çıkarmamamı istiyordu...Allah'a şükür bu konuda da çok büyük bir hazinemiz vardı. Ağzımı açsam; “büyük lokma ye büyük söyleme” diyordu biri...
“Yahu ne kadar büyük söyleyebilirim ki, aklıma geldi söyledim” desem.
“İstediğini söyleyen, istemediğini işitir” diyorlar.
“Niye ki?” diye soracak olsam, “bak hâlâ konuşuyor” dedikten sonra, “az söyle çok dinle”,
“her bildiğini söyleme, her söylediğini bil” diyorlardı.
“her bildiğini söyleme, her söylediğini bil” diyorlardı.
“Gık” diyecek olsam, birisi baş parmağını gözümün içine sokarak, “söz var iş bitirir, söz var baş yitirir” diyerek göz dağı veriyordu.
“Söz gümüşse sükut altındır”, bu konuda ilk öğrendiğim atasözü olmuştu. Daha sükutun ne olduğunu bilmiyordum ama söz gümüş olduğuna göre konuşmaktan daha değerli bir şey olmalıydı.
Sınıfım değişti, arkadaşlarım değişti, öğretmenlerim değişti ama ne atasözleri değişti ne deyimler... Gereksiz yere konuştuğumu düşündüklerinde yapıştılar kulaklarıma...
“Yüce yaradan bizlere iki kulak, bir ağız vermiş. Niye?”
“Niye?”
“Niye olacak. Az konuşup çok dinleyesin diye eşek sıpası.”
“BOŞ KONUŞMAK!”
Büyüdükçe tehditlerin dozajı da arttı. Ama bir şey iyice kafama kazınmıştı. Yeri gelmedikçe, söz düşmedikçe konuşmayacaksın...
Yoksa!
Yoksa, “vakitsiz öten horozun başını keserler!”
Babam bir keresinde beni kenara çekti. Büyük bir sırrı açığa vururmuş gibi, “eline, diline, beline sahip olacaksın” dedi. Misafirlerin yanında ileri geri konuşmamdan rahatsız olan annem, “akıllı bildiğini söylemez, deli söylediğini bilmez, deliler gibi boş konup durma” dedi.
Boş konuşmak...
Daha sonra bu cümleyi çok duydum. Birazcık hayal kuracak olsam...“Lafla peynir gemisi yürümez” dedi biri...Az daha ileriye gitsem, “lafla pilav pişerse, deniz kadar yağı benden” diye alay etti başka biri...
“HER KAFADAN BİR SES ÇIKMASIN!”
Düşünmenin, düşüncelerini açıklamanın sakıncalı sayıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Öyle olmasa Roden’in meşhur ‘düşünen adam’ heykelini Bakırköy Akıl Hastanesi’nin bahçesine kondurmazdık! Hele ki düşüncelerini açıklayan bulunduğu ortamda yaşça küçük olan ise; hemen kaşlar kaldırılacak ve uygun deyim ve atasözleri birbiri ardına sıralanacaktır. “Su küçüğün, söz büyüğün!”, “lafını bil de konuş!”, “ağzından çıkanı kulağın duysun!”
Bir şeyler söyleyecek olduğumuzda, hangimizin ağzına kilit vurulmadı; “her kafadan bir ses çıkmasın!” diyerek. Oysa kötü olan her kafadan aynı sesin çıkmasıdır. Daha da kötüsü hiçbir kafadan hiçbir sesin çıkmamasıdır.
“SUSMA SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK!”
Susturulmuşluk, sinmişlik genlerimize kadar işlemiş. “Susma sustukça sıra sana gelecek!” diye bir slogan üretildi bir vakitler. Sıramızı kaçıncı kez savıyoruz kim bilir? Yine de gıkımız çıkmıyor. Toplumca katıldığımız en büyük eylem, ‘Sus’urluk kazasının ardından olmuştu. Onda da dışarıya çıkmamıza gerek yoktu. Evimizin konforunda ışıkları açıp kapatmamız yeterliydi. Orada da ağzımızdan laf çıkmıyor, tencerelerin tıkırtısı işitiliyordu bir tek.
Bu insanların bu kadar sessiz olmasının başka bir açıklaması olamaz. Çocukluktaki kısa bir dönem hariç hayatları boyunca kimse konuşturmadı ki onları... Söz söylemenin ayıp olduğu yerde, doğru söylemek de günah olacaktır elbette. Bu yüzden “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” denmesine de şaşmamalı. Eee o zaman biz de lafı uzatmayalım; ne demişler: “Sükut ikrardan gelir...”