28 Şubat 2011 Pazartesi


 “Her kafadan bir ses çıkmasın!”

Bizim memlekette çocuklara belli bir yaşa kadar özel bir ilgi gösterilir. Şımartılma dönemi diyebileceğimiz bu dönem genelde ilkokula başlayana dek sürer. Altı yaşına kadar çocuk ne söylerse takdir edilir... Ne yaparsa ailesi ve çevresi tarafından hoş karşılanır... Hareketlerine sürekli gülünür, yanakları sürekli sıkılır, öpülür, koklanır. Böyle bir ortamda yetiştirilen çocukta hafiften bir narsizm peydah olduğundan, bu büyülü dünyada her çocuk kendi masalının kahramanıdır aslında.
İlkokula başlayınca bütün her şey birdenbire değişiverir. Artık herkes ‘kendi olamadığını’ ondan bekleyecektir. Çanta, beslenme çantası bir şey değil; çocuklara asıl ağır gelen omuzlarına yüklenen sorumluluk yüküdür. Ve çocuk içindeki mutluluğun son kırıntılarını yavaş yavaş yitirirken; sisli, karanlık ve soru işaretleriyle dolu başka bir dünyanın kapısını aralayacaktır.
OKUL BAŞLAYINCA RÜYA BİTİYOR
Bu memlekette yaşayan insanların bu kadar pısmış olmasının başka bir açıklaması olamaz. Hani psikologlar nasıl sorunun kaynağına inmek için hastayı yatırıp çocukluklarını anlattırıyorlarsa, toplumumuzun da çocuğa gösterdiği muameleyi derinlemesine irdelemek gerekiyor...
Ben de altı yaşına kadar “acaba bu dünya benim için mi yaratıldı?” paranoyasıyla yaşadım. Oyunlar, masallar, çizgi filmler, oyuncaklar, kırlar, meralar, arkadaşlar sevdiğim değer verdiğim her şey etrafımdaydı. Ne yapsam ilgi çekiyordum... Bunu bilmenin verdiği özgüvenle her konuda bir şeyler uydurmayı adet edinmiştim. Ta ki okul başlayana kadar...
Okul, ders saati boyunca susulan, söz hakkı verildiğinde belirli sınırlar çerçevesinde konuşulan bir yerdi benim için. Bu kuralların varlığını benimseyene kadar birkaç defa nasıl bir etki yandıracağını merak ederek birkaç söz sarf etme gafletinde bulundum. Hemen kulağımı bir el bükmeye başladı... “Sana söz verilmedikçe konuşma!”
SUSMAMIZI İSTEYEN ATASÖZLERİ  VE DEYİMLER
Daha sonra bu deyimlerin, atasözlerinin ardı arkası kesilmedi. Hepsi de susmamı, sesimi çıkarmamamı istiyordu...Allah'a şükür bu konuda da çok büyük bir hazinemiz vardı. Ağzımı açsam; “büyük lokma ye büyük söyleme” diyordu biri...
“Yahu ne kadar büyük söyleyebilirim ki, aklıma geldi söyledim” desem.
“İstediğini söyleyen, istemediğini işitir” diyorlar.
“Niye ki?” diye soracak olsam, “bak hâlâ konuşuyor” dedikten sonra, “az söyle çok dinle”,
“her bildiğini söyleme, her söylediğini bil” diyorlardı.
“Gık” diyecek olsam, birisi baş parmağını gözümün içine sokarak, “söz var iş bitirir, söz var baş yitirir” diyerek göz dağı veriyordu.
“Söz gümüşse sükut altındır”, bu konuda ilk öğrendiğim atasözü olmuştu. Daha sükutun ne olduğunu bilmiyordum ama söz gümüş olduğuna göre konuşmaktan daha değerli bir şey olmalıydı.
Sınıfım değişti, arkadaşlarım değişti, öğretmenlerim değişti ama ne atasözleri değişti ne deyimler... Gereksiz yere konuştuğumu düşündüklerinde yapıştılar kulaklarıma...
“Yüce yaradan bizlere iki kulak, bir ağız vermiş. Niye?”
“Niye?”
“Niye olacak. Az konuşup çok dinleyesin diye eşek sıpası.”
“BOŞ KONUŞMAK!”
Büyüdükçe tehditlerin dozajı da arttı. Ama bir şey iyice kafama kazınmıştı. Yeri gelmedikçe, söz düşmedikçe konuşmayacaksın...
Yoksa!
Yoksa, “vakitsiz öten horozun başını keserler!”
Babam bir keresinde beni kenara çekti. Büyük bir sırrı açığa vururmuş gibi, “eline, diline, beline sahip olacaksın” dedi. Misafirlerin yanında ileri geri konuşmamdan rahatsız olan annem, “akıllı bildiğini söylemez, deli söylediğini bilmez, deliler gibi boş konup durma” dedi.
Boş konuşmak...
Daha sonra bu cümleyi çok duydum. Birazcık hayal kuracak olsam...“Lafla peynir gemisi yürümez” dedi biri...Az daha ileriye gitsem, “lafla pilav pişerse, deniz kadar yağı benden” diye alay etti başka biri...
“HER KAFADAN BİR SES ÇIKMASIN!”
Düşünmenin, düşüncelerini açıklamanın sakıncalı sayıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Öyle olmasa Roden’in meşhur ‘düşünen adam’ heykelini Bakırköy Akıl Hastanesi’nin bahçesine kondurmazdık! Hele ki düşüncelerini açıklayan bulunduğu ortamda yaşça küçük olan ise; hemen kaşlar kaldırılacak ve uygun deyim ve atasözleri birbiri ardına sıralanacaktır. “Su küçüğün, söz büyüğün!”, “lafını bil de konuş!”, “ağzından çıkanı kulağın duysun!”
Bir şeyler söyleyecek olduğumuzda, hangimizin ağzına kilit vurulmadı; “her kafadan bir ses çıkmasın!” diyerek. Oysa kötü olan her kafadan aynı sesin çıkmasıdır. Daha da kötüsü hiçbir kafadan hiçbir sesin çıkmamasıdır.
“SUSMA SUSTUKÇA SIRA SANA GELECEK!”
Susturulmuşluk, sinmişlik genlerimize kadar işlemiş. “Susma sustukça sıra sana gelecek!” diye bir slogan üretildi bir vakitler. Sıramızı kaçıncı kez savıyoruz kim bilir? Yine de gıkımız çıkmıyor. Toplumca katıldığımız en büyük eylem, ‘Sus’urluk kazasının ardından olmuştu. Onda da dışarıya çıkmamıza gerek yoktu. Evimizin konforunda ışıkları açıp kapatmamız yeterliydi. Orada da ağzımızdan laf çıkmıyor, tencerelerin tıkırtısı işitiliyordu bir tek.
Bu insanların bu kadar sessiz olmasının başka bir açıklaması olamaz. Çocukluktaki kısa bir dönem hariç hayatları boyunca kimse konuşturmadı ki onları... Söz söylemenin ayıp olduğu yerde, doğru söylemek de günah olacaktır elbette. Bu yüzden “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” denmesine de şaşmamalı. Eee o zaman biz de lafı uzatmayalım; ne demişler: “Sükut ikrardan gelir...”

18 Şubat 2011 Cuma

Kadınların insanlığı sürüklediği felaketler



            Bizim kahvenin en arka masasında beni gözlerden ırakta, bedbaht bir halde hasta tavuklar gibi düşünürken bulanlar bana hep aynı serzenişte bulunurlar.
            “Yahu Peyami evli değilsin barklı değilsin. Tepende vır vır eden bir karı yok. Niye Karadeniz’de gemilerin batmış gibi düşünür durursun?”
            Efendim, en zengininden en fakirine, en yaşlısından en gencine bütün kahve ahalisi evli olmadığım için beni için için kıskanır.
Fırtsa buldukça, “hiç evlenmeyerek hayatta bir şeyi olsun doğru yaptın” der ardından da eklerler, “senin kahrını çeken karı yeryüzünde yoktur ya neyse!”
Kadınlar yüzünden başları yanan, hayatları mahvolan bu sefil yaratıkları gördükçe içim acıma duygusuyla dolup taşar. Onlar için heybemde anlatacak hikâyelerim her daim vardır.
*
Çok eski zamanlardan bu yana kadınlar tıpkı kara kediler gibi uğursuzluğun sembolü olarak kabul edilmiş onlar için Hz. Peygamber,  “Cehennem halkının çoğunun kadınlardan olduğunu gördüm” sözlerini boşuna söylememiş.  
O kadar geçmişe gitmeye gerek yok; kadın denen muamma, Sigmund Freud’u da çıldırtmış en sonunda şu sözlerin ağzından dökülmesine sebep olmuştur: “Kadın psikolojisini otuz yıldır incelememe rağmen büyük soruya cevap bulamadım. Gerçekte kadınlar ne istiyor?...”
            Kadınlar ne istiyor? sualine ne yazık ki yanıt verilemiyor ama bu hususta tecrübe sahibi olanlar nasıl istedikleri hususunda şu yanıtı veriyorlar: “Bir kadın kısık sesle konuşuyorsa bir şey istiyor demektir.Sesini yükseltiyorsa bilin ki istediğini elde edememiştir...”
Efendim gelin biz daha da geriye gidelim ve yeryüzünde ve gökyüzünde kadınların erkeklerin başına nasıl büyük felaketler getirdiğine bir bakalım.
            Bizde Truva Savaşı olarak bilinen mitolojik hikâyeyi hep “Truva atı”yla simgeleştiririz. Olsa olsa bu savaşın simgesi kötülüklerin timsali bir kadın olabilir. Homeros’un İlyada’sını okuyanlar bilirler, bu hikâyede hem yerüstünde hem gökyüzünde (Tanrılar dünyasında) kadınların insanlığı sürüklediği felaketler anlatılır.
            İlyada’nın bundan iki bin dokuz yüz yıl önce yazıldığı tahmin ediliyor. Demek ki, dünyanın düzeni binlerce yıldan bu yana hiç değişmedi.
*
Tanrıların ziyafetine bir gün Eris de (anlaşmazlık sembolü) gelir. Tanrıların bir kısmı içer, bir kısmı Apollon’un lirine ahenkli şarkılarıyla iştirak eden Musaları dinlerler. Kendilerinden geçmiş olan Tanrıların bu durumundan faydalanan Eris “en  güzel Tanrıçaya” yazısı bulunan güzel bir elmayı masanın tam ortasına atar. Hera hemen elmayı kapar ama Athena ve Aphrodite buna itiraz ederler. Zeus’tan hakem olmasını isterler. Zeus ne karısını ne kızını ne de Aphrodite’yi darıltmak ister. Hakem olması için çoban Paris’i görevlendirir. Onun zevkine, bilgisine, yiğitliğine güveni tamdır.
Paris, İda Dağı’na gelen üç Tanrıçadan en güzel olarak Aphrodite’yi seçer. Kazdağı’nda yapılan bu güzellik yarışması insanları felakete sürükleyecektir. Aphrodite ise kendisini birinci seçen Paris’in gönlüne hiç görmedi Helena’nın aşkını koyar.
Paris Ainone ile evlenir ama haklı Helena’dadır. Ainone’yi terk ederek Helena’yı aramaya gider. Helena’nın yaşadığı Sparta şehrine gelir. Şehir Atreus’un oğlu Menelaos tarafından idare edilmektedir. Menelaos’un büyük kardeşi Agamemnon ise ünlü Mykene kralıdır. Menelaos Aphrodite kadar güzel olan Helena ile evlenir. Helena, Zeus ile Leda’nın kızıdır. Sparta Sarayı’na gelen Paris Helena’yı Troya’ya kaçırır.
Paris yanında Helena ile babasının şehrine doğru gider. Troya şehrine yaklaştıklarında onları ilk Kassandia görür. Kahin olan Kassandia Helana’nın Troya’ya ölüm ve felaket getireceğini bilir.
Karısının kaçırıldığını duyan Menelaos ve kardeşi Agamemnon Troya’ya savaş ilan eder. Böylece bir Helena yüzünden Troya’nın başına gelmedik kalmaz. Binlerce yiğit bu uğurda canını feda eder.
Sadece insanlar birbirine girse yine iyi, gökyüzünde de Tanrılar birbiriyle kavgaya tutuşur. Kimi Troyalılar’ın safhındadır kimi Akhalar’ın…
Zeus’un kıskanç karısı Hera, zaferi Akhalar’a vermek için yapmadığını bırakmaz. Önce Ölüm’ün kardeşi “Uyku”yu ayartıp kendisiyle sevişir sevişmez Zeus’un uyumasını ister. Sonra da bütün alımıyla çıkar Zeus’un karşısına.
Zeus onu gördü görür görmez aşk sarar düşünceli kafasını ve seslenir Hera’ya, “yatalım gel, sarmaş dolaş olalım yatakta, doyasıya, bugüne dek ne bir tanrıçaya, ne bir kadına karşı yüreğime akan aşk böyle altüst etmedi beni.”
Sonunda aşk ve uyku yola getirir koskoca tanrıların tanrısı Zeus’u. Yumuşak bir uykunun kucağında bulur kendisini. Bu sırada Hera, savaşın gidişatını çoktan değiştirmiştir. Bir kadın yüzünden birbirine girer binlerce yiğit. Kıskanç Hera’nın ayak oyunlarıyla savaş iyiden iyiye alevlenir.
Zeus uyanır uyanmaz uykudan anlar işin içyüzünü ve şu sözcükler dökülür ağzından.
“Amma da düzen kurdun yola gelmez Here, savaş dışı ettin tanrısal Hektor’u, uğrattın orduyu bozguna. Bu kötülüğün meyvesini sen toplayacaksın önce, seni bir güzel pataklayayım da gör. Unuttun mu seni havalara astığım günü, bir örs bağlamıştım ki ayağına, çözülmez bir altın zincir vurmuştum ellerine, asılı kalmıştın havalarda, bulutlar arasında, koca Olympos’ta söylenip durduydu tanrılar, ama yanına varıp seni kurtaramıyordu hiçbiri, geleni tutup atardım eşikten aşağıya, yeryüzüne vardı mı kalmazdı iler tutar yeri.”  
            İşte böyle…Koskoca Zeus’u bile dize getiriyorsa tanrı da olsa bir kadın, biz ölümlüleri bekleyen akıbeti siz düşünün! 

10 Şubat 2011 Perşembe

Memurluk Zor Zenaat


            Beni görür görmez tam karşısında oturan kadına, “geliyor bizimki” diyor. Ya da bana öyle geliyor. Gülüşüyorlar… İçeriye girdiğimde ilk defa görmüş gibi yüzüme bakıyorlar.
            Bir iki saniye süren sessizliğin ardından, “Ne vardı?” diye soruyor.
            Aslında niçin geldiğimi çok iyi biliyor. Çünkü günlerdir bir imza için bekletiyorlar beni.
            “Evrak çıktı mı imzadan?” diye soruyorum.
            “Henüz çıkmadı” diyor. Tekrar önündeki işine dönüyor. Karşısındaki masada oturan kadın, bundan sonra diyalogların nasıl gelişeceğin bildiği için söz sırasını beklerken sabırsızlanıyor.
            “Peki, ne zaman çıkar?”
            İşte beklenen soru… Kadın hemen kaşlarını dikip “biz onu bilemeyiz” diyor. “İmzalandığında buraya gelir. Biz de zimmet defterine imza attırır, size teslim ederiz.”
            “Peki, kim bilir? Ben iki haftadır neredeyse her gün geliyorum. Benim için çok önemli. Acelem var.”
            “Herkesin acelesi var kardeşim. Keyfimizden bekletmiyoruz ki seni. Yönetim kurulu topluca yurt dışına çıktı. Bu yüzden biraz sarktı imzalar.”
            Bu sırada masadaki telefonlardan biri çalmaya başlıyor. Ama onlar duymuyor sanki. Sorunu sordun, cevabını aldın, daha niye bekliyorsun der gibi bakıyorlar yüzüme. Daha doğrusu işlerinin başına dönmüş gibi davranıyorlar ama belli ki tedirginler hâlâ beklememden… Bu sırada telefon ısrarla çalmaya devam ediyor.
            Paranoya içindeyim. Durmaksızın çalan telefon aslında bir mizansen olabilir mi? Bundan sonra soracağım soruyu da gizlice savuşturmuş oluyorlar!
            Böylece, “İmzanın çıkıp çıkmadığını telefonla sorabilir miyim?” dememe gerek kalmıyor çünkü. Bu kadar ince düşünebilirler mi? Her gün onlarca insanla uğraşmaktan insanlığını yitirmiş bu iki zavallı bunu düşünebilir mi?
            Düşünebilir!
            Bir süre sesi kesilen telefon tekrar çalmaya başlıyor. Onları asıl tedirgin eden ise benim varlığım… Orada olmam onları geriyor. En çok da arkamdan konuşamadıkları için sinirleniyorlar.
            Şöyle arkamı döner gibi olsam hemen başlayacak söze, “bu adam şu odaya girince afakanlar basıyor beni. Ay sorgu meleği gibi soruları da bitmiyor ki, manyak mıdır nedir?”
            Diğeri aşağı kalır mı, o da tombul parmaklarının üzerinde küçücük görünen tırnaklarını törpülerken, “bildiğin manyak canım” diyecek. “Böyleleri de hep bizi bulur zaten. Hayır, adam laftan da anlamıyor, öyle mal mal bakıyor insanın suratına.”
            Arkadaş sohbetlerinde birkaç kere kulak misafiri olmuştum. Dinsizin hakkından imansız gelir özdeyişini doğrularcasına, böyle tiplerin üzerine gittiğin vakit hemen yelkenleri suya indiriyor ve ne isteniyorsa yapıyorlarmış.
            Fakat bende o kudret yok. Bir kere tipten kaybediyorum. Bu süklüm püklüm, ensesine vur lokmasını al halinden çıkamadığım müddetçe kükreyip dağları inletmem mümkün değil. Kafamda bunları kurarken içine düştüğüm alçaklık kompleksiyle mücadele etme kararlılığımı göstermek adına son bir gayretle soruyorum: “İmzanın çıkıp çıkmadığını telefonla sorabilir miyim?”
            Bu soruyu beklemedikleri belli. Şaşkınlıkla birbirlerine bakıyorlar. Durmadan çalan ve bir türlü bakılmayan telefon da odadaki kasveti iyiden iyiye artırıyor. En sonunda, alaycı ve öfkeli bir ses tonuyla, “Beyefendi burada imza bekleyen onlarca evrak var. Telefonlara tek tek cevap vermeye kalksak işlerimizi yapamayız” diyor.
            Diğeri aşağı kalır mı, “beyefendi” diyor dişlerini gıcırdatarak. “Neden anlamak istemiyorsunuz?”
            “Neyi hanfendi?” diye araya giriyorum. İyice çileden çıkıyor. “Beyefendi” sözcüğünün ağzından bir hakaret gibi çıkması sinirime dokunuyor. İkisinin de öfkeyle kaşları çatılıyor. Söyleyecek söz bulamıyorlar. Zafer mi kazandım? Bu mu yani? Gözüme masalarının üzerine koydukları fotoğraflar ilişiyor. Bir kız çocuğu gülümsüyor birinde. Diğerinde bıyıklı, yaşlıca bir adam, gözlüklerinin ardından donuk donuk bakıyor. Hayret! İlk defa bir hayat belirtisi alıyorum odadan. Demek ki onların da senin, benim gibi bir hayatı varmış! Karşımda robot yokmuş meğer!
Şişman olan tam bayramlık ağzını açmaya hazırlanırken, “affedersiniz” diyorum. “Sizi boş yere sorularımla meşgul ettim. Ben bir ara uğrar, tekrar sorarım. İyi günler. Kolay gelsin.”
            Bir şey demiyorlar… Bu arada telefon çalmaya devam ediyor…
            Kapıdan çıktığımda, “Allahım bunları sayıyla mı gönderiyorsun?” dediklerini duyuyorum. Ya da bana öyle geliyor…



2 Şubat 2011 Çarşamba

At Binenin Kılıç Kuşananın


- Adam dediğin güne ayak uyduracak. İşini bilecek. Ayağına gelen fırsatları tepmeyecek. Ne demişler, eller Mersin’e giderken sen tersine gitmeyeceksin. Öyle değil mi Rıfkıcığım…
            - Öyle öyle…
            - Ne demişler, mal canın yongasıdır. Dünyada mekân ahrette iman… Değil mi ya… Çok şükür, krizi fırsata çevirmesini de bildik. “Ak” akçe kara gün içindir. Damlaya damlaya göl olur. Yağmur yağarken kovanı dolduracaksın, değil mi ya…
            - Öyle öyle…
            - Hiç unutmam, rahmetli babamla bir gün bağa gittik. Ne demişler bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur. Bizim amcamın bağı dağ olmuş içine girilmiyor. Her yanı gürlük, gürgenlik… Bağ demeye şahit ister. Kahvede, al kızı, ver papazı derken bağına bakmıyor deyyus. Babam hemen amcamın bağından bir sıra kütüğü bizim bağa dahil etti. “Böylesine müstahak” dedi. “Kumarla, içkiyle vakit geçireceğine, gelip baksaydı bağına. Baksana köreltmiş canım asmaları. Bırak üzümü, yaprak vermez bu kütükler…”
“Baba” dedim. “Bu şekilde amcamın bağına tecavüz etmiş olmuyor muyuz?!”
            Ben bu cümleyi söyler söylemez. Babam, ense köküme okkalı bir Osmanlı tokadı aşketti. “Senin dilin ne söylüyor? Ne tecavüzü eşek sıpası” dedi. “Ben ne anlatıyorum deminden beri. Böylesine müstahak. Şimdi bu çalıya, ota karışmış kütükler adam olacak, üzüm verecek. Hiç vermemesinden daha iyi değil mi?”
            “Daha iyi…”
            Yani senin anlayacağın Rıfkıcığım o gün babamdan hayati bir ders aldım. Kütük bile baktığın vakit, manda gözü gibi kocaman ballı üzümler veriyordu. İnsanoğlunun kütük cinsinden olanı, akılsız olanı ne etsen hizaya gelmiyor.
-          Öyle kütük yine kütük…
- O saatten sonra dedim ki kendi kendime oğlum Sıtkı at binenin, kılıç kuşananın. Bugüne kadar çok şükür haram lokma geçmedi kursağından, yine geçmeyecek ama önüne gelen fırsatları da kaçırmayacaksın. Ticaretin dinimizde de yeri var. Din büyüklerimiz diyorlar ki, emin tüccar, adil idareci ve namaz kılmak için vaktin gelmesini hararetle bekleyen kimse kıyamet günü, Allah’ın himayesinde olacaktır.
- Ne güzel demişler…
- Onu diyordum. Allah’a şükür idarecilerimiz adil. Her işlerini Allah rızası için yapıyorlar. Hizmet desen hizmet. İhaleler hakkaniyet ölçüsünde dağıtılıyor. Bizde yaptığımız işin hakkını ziyadesiyle veriyoruz. Eee ne demişler bal tutan parmağını yalar… Yahu kendi derdime daldım sormayı unuttum. Sen niye gelmiştin buralara kadar?
- Hiç canım önemli bir şey değil. Bizim çocuğa karne hediyesi olarak bisiklet almıştım. Sizin çocuk, bizimkini biraz itip kaktıktan sonra bisikletini elinden almış. “Sen süremezsin bunu. Öğrenene kadar bende kalsın,” demiş. Çocuk evde ağlayıp duruyor. Onu söyleyecektim…